Hazır Ödev İndirme Sitesi - İlokul - Lise - Fakülte - Tez -Ödev - Yılsonu- Ödevi İndir
AFŞİN - Nedir Ödev İndir
AFŞİN (11. yüzyıl) Anadolu'nun fethiyle
görevlendirilen Büyük Selçuklu Devleti komutanlarından. Yaptığı
akınlarla Halep ve Antep bölgelerine egemen oldu. Sakarya ve Boğaziçi'ne
kadar ilerledi. Malazgirt Savaşı'na katıldı.
AFŞARLAR Kimdir Ödev İndir
AFŞARLAR
Yirmi dört Oğuz boyundan biri. Afşarlar, Oğuz göçleriyle İran, Suriye ve Anadolu'ya yayıldılar. İran'da zaman zaman önemli siyasî olaylara karıştılar. 18. yüzyılda İran tahtını ele geçiren Nadir Şah, İran Afşarlarındandır. Bugün Türkiye'de başta Sıvas, Ankara, Bolu ve Isparta dolaylarında olmak üzere pek çok Afşar (Avşar) köyü vardır.
Yirmi dört Oğuz boyundan biri. Afşarlar, Oğuz göçleriyle İran, Suriye ve Anadolu'ya yayıldılar. İran'da zaman zaman önemli siyasî olaylara karıştılar. 18. yüzyılda İran tahtını ele geçiren Nadir Şah, İran Afşarlarındandır. Bugün Türkiye'de başta Sıvas, Ankara, Bolu ve Isparta dolaylarında olmak üzere pek çok Afşar (Avşar) köyü vardır.
ADALI HALİL - Kimdir Ödev İndir
ADALI HALİL (1870 Edirne - 1927 Edirne)
Türk pehlivanı. Hocası Aliço'ydu. 20 yılı aşkın spor yaşamının 18
yılında Kırkpınar başpehlivanlığını elinde tuttu. Koca Yusuf, Kurtdereli
Mehmet gibi ünlülerle güreşti. Berlin, Londra ve Amerika'da güreşlere
katıldı. Chicago'da yaptığı bir karşılaşmada kuraldışı hareketlerine
kızdığı rakibinin kaburga kemiklerini kırdı ve seyircilerin linç
etmesinden güçlükle kurtuldu.
ADALET PARTİSİ NEDİR? Ödev İndir
ADALET PARTİSİ NEDİR? HAKKINDA BİLGİ
11 Şubat 1961'de emekli orgeneral Ragıp Gümüşpala ve arkadaşları tarafından kurulan siyasî parti. 1946-1960 yılları arasında iki büyük partiden biri olan Demokrat Parti mahkeme kararıyla kapatıldıktan sonra, 1961'de yapılan seçimlere ilk olarak katılan Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi'nden sonra ikinci sırayı aldı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin gerekli oy çoğunluğunu sağlayamaması üzerine iki parti bir koalisyon hükümeti kurdular. 1962'de bozulan koalisyondan sonra muhalefete geçen Adalet Partisi'nin ilk genel başkanı Ragıp Gümüşpala 1964'te ölünce, genel başkanlığa Süleyman Demirel getirildi. 1965'ten 1980 yılına kadar Cumhuriyet Halk Partisi'nin iktidarları dışında, ya başka partilerle koalisyon kurarak ya da tek başına iktidara gelen Adalet Partisi, 12 Eylül 1980 harekâtıyla iktidardan uzaklaştırıldı ve diğer partiler gibi kapatıldı.
11 Şubat 1961'de emekli orgeneral Ragıp Gümüşpala ve arkadaşları tarafından kurulan siyasî parti. 1946-1960 yılları arasında iki büyük partiden biri olan Demokrat Parti mahkeme kararıyla kapatıldıktan sonra, 1961'de yapılan seçimlere ilk olarak katılan Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi'nden sonra ikinci sırayı aldı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin gerekli oy çoğunluğunu sağlayamaması üzerine iki parti bir koalisyon hükümeti kurdular. 1962'de bozulan koalisyondan sonra muhalefete geçen Adalet Partisi'nin ilk genel başkanı Ragıp Gümüşpala 1964'te ölünce, genel başkanlığa Süleyman Demirel getirildi. 1965'ten 1980 yılına kadar Cumhuriyet Halk Partisi'nin iktidarları dışında, ya başka partilerle koalisyon kurarak ya da tek başına iktidara gelen Adalet Partisi, 12 Eylül 1980 harekâtıyla iktidardan uzaklaştırıldı ve diğer partiler gibi kapatıldı.
Avusturya Seferi Onuncu Sefer - Nedir Ödev İndir
Avusturya Seferi Onuncu Sefer
Kaanuni'nin onuncu seferi olan bu sefere Avusturya seferi denilir. Budin'in, Osmanlı'nın bir vilâyti haline gelmesine tahammül edemiyen Ferdinand, yeniden bir takım tedariklere girmeğe başladı.
Hazret! Padişah, tedariklerin mahiyyetini öğrenince derhal Ali Bey kumandasında Tuna'ya 370 gemi ve bol miktarda zahire gönderdi. Hakikaten bu sefer-i hümayun en mükemmel ve en intizamlı seferlerin arasında zikredilir. Edirne'den hareket eden orduyu hümayun, Bosna'ya vardığında Bâli Paşa'nın ölüm haberini aldı. Bâli Paşa'nın vefatına üzülen Sultan, onun yerine Yahya Paşazade Mehmed Paşa'yı tayin _etti: Önce Valpo şehri sonra Siklos ele geçirildi. Arkasından Gran fetih olunarak, Bûdin'e ilhak edildi.
Macaristan'ın eski krallarının gömüldükleri Stuhl-Vesen-burgh şehri de feth olundu. Sancağın idaresi Ahmed Paşaya verildi. Raküza Cumhuriyetine, Venedik Senatosuna, Fransa Kralına zafernameler gönderilmişti. Çünkü bütün Macaristan'ın, Avusturyalılar elinde olan yerleri feth olunmuş ve Macaristan bir Osmanlı eyaleti olmuştur. Peşte'ye gelen orduyu hümayun Kasım ayında Belgrad'da mücahidini mükâfatlara gark eden Sultan Hazretleri Dersaadet'e dönmeye hazırlandı. Bu esnada en sevgili şehzadesi Şehzade Mehmed Sultan'ın vefat haberi geldi. Padişah Hazretleri bu habere çok üzüldü. Ancak ne bir isyan ne de tuğyan gerekmediğini bilen bir mü'min olarak Yeniçeri mahallesi yakınlarında şimdiki Şeh-zadebaşı'nda defnini, türbe ve camiyi Mimar Sinan'a yaptırılma emrini vermişti. Bugün Mimar Sinan'ın eseri olan türbesinde ve Şehzadebaşı Camii olarak anılan bu külliye günümüz tekniğine kendini hayran bırakacak bîr âbide olarak müslümanlara hizmete devam ediyor. Hicrî 950/Milâdî 1544.
Kaanuni'nin onuncu seferi olan bu sefere Avusturya seferi denilir. Budin'in, Osmanlı'nın bir vilâyti haline gelmesine tahammül edemiyen Ferdinand, yeniden bir takım tedariklere girmeğe başladı.
Hazret! Padişah, tedariklerin mahiyyetini öğrenince derhal Ali Bey kumandasında Tuna'ya 370 gemi ve bol miktarda zahire gönderdi. Hakikaten bu sefer-i hümayun en mükemmel ve en intizamlı seferlerin arasında zikredilir. Edirne'den hareket eden orduyu hümayun, Bosna'ya vardığında Bâli Paşa'nın ölüm haberini aldı. Bâli Paşa'nın vefatına üzülen Sultan, onun yerine Yahya Paşazade Mehmed Paşa'yı tayin _etti: Önce Valpo şehri sonra Siklos ele geçirildi. Arkasından Gran fetih olunarak, Bûdin'e ilhak edildi.
Macaristan'ın eski krallarının gömüldükleri Stuhl-Vesen-burgh şehri de feth olundu. Sancağın idaresi Ahmed Paşaya verildi. Raküza Cumhuriyetine, Venedik Senatosuna, Fransa Kralına zafernameler gönderilmişti. Çünkü bütün Macaristan'ın, Avusturyalılar elinde olan yerleri feth olunmuş ve Macaristan bir Osmanlı eyaleti olmuştur. Peşte'ye gelen orduyu hümayun Kasım ayında Belgrad'da mücahidini mükâfatlara gark eden Sultan Hazretleri Dersaadet'e dönmeye hazırlandı. Bu esnada en sevgili şehzadesi Şehzade Mehmed Sultan'ın vefat haberi geldi. Padişah Hazretleri bu habere çok üzüldü. Ancak ne bir isyan ne de tuğyan gerekmediğini bilen bir mü'min olarak Yeniçeri mahallesi yakınlarında şimdiki Şeh-zadebaşı'nda defnini, türbe ve camiyi Mimar Sinan'a yaptırılma emrini vermişti. Bugün Mimar Sinan'ın eseri olan türbesinde ve Şehzadebaşı Camii olarak anılan bu külliye günümüz tekniğine kendini hayran bırakacak bîr âbide olarak müslümanlara hizmete devam ediyor. Hicrî 950/Milâdî 1544.
Bazı Mühim Vak'alar - Nedir Ödev İndir
Bazı Mühim Vak'alar
Bu bölümde bazı vak'alara satırbaşları halinde temas ederek birtakım nakiler yapmayı uygun gördük.
İstanbul çok büyük bir yangın geçirdi. Bu yangın büyük hasara yol açtı. Yangının arkasından meydana gelen salgın hastalık veba şeklinde teceli edip, bu salgında Sadrazam Ayaş Paşa dahi vebaya yakalanarak vefat etti. Sadrazamın vefatı üzerine mührü hümayun İkinci Vezir Lütfi Paşa'ya tevcih olundu. Ayaş Paşa merhum son derece muhterem bir zat olmakla 120 adet çocuğu olduğu rivayet olunur.
Şehzade Bayezid Sultan ve Cihangir Sultan'ın sünnet düğünleri, Mihrimah Sultan ile Rüstem Paşa'nın izdivaçları Haz-reti Padişahın hazır bulunmasıyla icra olunmuştu.
Bu bölümde bazı vak'alara satırbaşları halinde temas ederek birtakım nakiler yapmayı uygun gördük.
İstanbul çok büyük bir yangın geçirdi. Bu yangın büyük hasara yol açtı. Yangının arkasından meydana gelen salgın hastalık veba şeklinde teceli edip, bu salgında Sadrazam Ayaş Paşa dahi vebaya yakalanarak vefat etti. Sadrazamın vefatı üzerine mührü hümayun İkinci Vezir Lütfi Paşa'ya tevcih olundu. Ayaş Paşa merhum son derece muhterem bir zat olmakla 120 adet çocuğu olduğu rivayet olunur.
Şehzade Bayezid Sultan ve Cihangir Sultan'ın sünnet düğünleri, Mihrimah Sultan ile Rüstem Paşa'nın izdivaçları Haz-reti Padişahın hazır bulunmasıyla icra olunmuştu.
Belgrad Seferi Hümayunu - Nedir Ödev İndir
Belgrad Seferi Hümayunu
Yavuz Sultan Selim Hazretleri buyurmuştu ki: Ecdadım şimdiye kadar yapmış oldukları fütuhatı, ilâhi bir işaret almadan yapmamışlardır. Ben dahi bu işaretlere muhatap olmadan hiç bir yerin üzerine varmamışımdır. Kaanuni, babası merhum'un devleti İslâmiyye'yi doğu ve güney canibinden emniyete almış olmasının neticesi olarak ilk seferin batıya, Belgrad üzerine yapmaya karar vermişti. Genç Padişah bu sırada 26 yaşırida~5ulunuyordu. Macaristan Kralı, Padişahın tahta cûlüs merasiminden sonra tebrikte bulunmadığı vebir kaç yıldır ödemediği vergilerin ödenmesini bildirmek üzere gönderilen Behram Çavuşu idam ettirince bardağı taşıran damla kendini göstermişti. İslâm'ın adaletle, kahredici kuvveti Osmanlı sillesi bunların başına inmiş, Belgrad kalesi Osmanlı sancağına burç olmuş, Karlofça ise bu sancağın semalarında dalgalanmasına ram olmak mecburiyyetinde kalmıştı. Hicri 927/Milâdî 1521.
Yavuz Sultan Selim Hazretleri buyurmuştu ki: Ecdadım şimdiye kadar yapmış oldukları fütuhatı, ilâhi bir işaret almadan yapmamışlardır. Ben dahi bu işaretlere muhatap olmadan hiç bir yerin üzerine varmamışımdır. Kaanuni, babası merhum'un devleti İslâmiyye'yi doğu ve güney canibinden emniyete almış olmasının neticesi olarak ilk seferin batıya, Belgrad üzerine yapmaya karar vermişti. Genç Padişah bu sırada 26 yaşırida~5ulunuyordu. Macaristan Kralı, Padişahın tahta cûlüs merasiminden sonra tebrikte bulunmadığı vebir kaç yıldır ödemediği vergilerin ödenmesini bildirmek üzere gönderilen Behram Çavuşu idam ettirince bardağı taşıran damla kendini göstermişti. İslâm'ın adaletle, kahredici kuvveti Osmanlı sillesi bunların başına inmiş, Belgrad kalesi Osmanlı sancağına burç olmuş, Karlofça ise bu sancağın semalarında dalgalanmasına ram olmak mecburiyyetinde kalmıştı. Hicri 927/Milâdî 1521.
Bayezıd'ı Velı'nın Tahttan Feragati - Nedir Ödev İndir
Bayezıd'ı Velı'nın Tahttan Feragati
Babasının karşısında mağlup olan Şehzade Selim Sultan kaîmpederinin yanma iltica ettiğinde kulağını ve gözünü me-maliki Osmaniyye'nin kalbi, dünyanın övülmüş şehri İstanbul'dan ayırmıyordu. Hadim Ali Paşa'nın şahadeti, bir haydut önünde onuru kırılan Yeniçeri askerinin kendisine meylini bilen Şehzade Selim Sultan yeniden harekete geçmişti.
Bu sırada Antalya'dan hareket eden Korkud Sultan İstanbul'a gelmiş o da Hazreti Padişahı otuz senedir görmediğini firkatine dayanamadığını kendisini babasıyla görüştürmek üzere aracı olmalarını Yeniçerilerden isteyerek aralarına girme arzusunu bildirdi. Yeniçeriler kemali edeple ve büyük saygıyla kendisini misafir ettiler. Bu arada Yeniçeri Ağası da Şehzade Selim Sultan'ı İstanbul'a davet etmiş ve şehir kapısında kendisini karşılamıştı. Derhal saraya gidilip biraderi Korkud Sultan ve vüzera Padişah Hazretleri tarafından kabul olundu.
Hazreti Padişah birçok nasihatlarda bulundu ise de Şehzade Selim Sultan, pederinin kendisi lehine tahttan feragatini istedi. O sırada onbeşbin kadar Yeniçeri ve Sipahi tahtı saltanatta Şehzade Selim'i görmek istediklerini bildirince bu işin bir ihtilâle, devletin bir kan gölüne dönmesine yüksek şah-siyyetierinin razı gelmeyeceği Hazreti Padişah «Oğlum Se-lim'in lehine tahttan feragat ediyorum. Cenab-i Hak devletini müemmen, kılıcını keskin, adaletini yüksek, askerini sana mutî, hayırlı işlerinde Mevlâm yardımcın olsun» diyerek Osmanlı devletinin yeni bir dönemi1 in başladığını ilân ettiğinde tarihî zaman Hicrî 918/Milâdî 1512'yi gösteriyordu.
Babasının karşısında mağlup olan Şehzade Selim Sultan kaîmpederinin yanma iltica ettiğinde kulağını ve gözünü me-maliki Osmaniyye'nin kalbi, dünyanın övülmüş şehri İstanbul'dan ayırmıyordu. Hadim Ali Paşa'nın şahadeti, bir haydut önünde onuru kırılan Yeniçeri askerinin kendisine meylini bilen Şehzade Selim Sultan yeniden harekete geçmişti.
Bu sırada Antalya'dan hareket eden Korkud Sultan İstanbul'a gelmiş o da Hazreti Padişahı otuz senedir görmediğini firkatine dayanamadığını kendisini babasıyla görüştürmek üzere aracı olmalarını Yeniçerilerden isteyerek aralarına girme arzusunu bildirdi. Yeniçeriler kemali edeple ve büyük saygıyla kendisini misafir ettiler. Bu arada Yeniçeri Ağası da Şehzade Selim Sultan'ı İstanbul'a davet etmiş ve şehir kapısında kendisini karşılamıştı. Derhal saraya gidilip biraderi Korkud Sultan ve vüzera Padişah Hazretleri tarafından kabul olundu.
Hazreti Padişah birçok nasihatlarda bulundu ise de Şehzade Selim Sultan, pederinin kendisi lehine tahttan feragatini istedi. O sırada onbeşbin kadar Yeniçeri ve Sipahi tahtı saltanatta Şehzade Selim'i görmek istediklerini bildirince bu işin bir ihtilâle, devletin bir kan gölüne dönmesine yüksek şah-siyyetierinin razı gelmeyeceği Hazreti Padişah «Oğlum Se-lim'in lehine tahttan feragat ediyorum. Cenab-i Hak devletini müemmen, kılıcını keskin, adaletini yüksek, askerini sana mutî, hayırlı işlerinde Mevlâm yardımcın olsun» diyerek Osmanlı devletinin yeni bir dönemi1 in başladığını ilân ettiğinde tarihî zaman Hicrî 918/Milâdî 1512'yi gösteriyordu.
Bayezid-İ Velî Hazretlerinin Bürsa'yı Yıkımdan Kurtarması - Nedir Ödev İndir
Bayezid-İ Velî Hazretlerinin Bürsa'yı Yıkımdan Kurtarması
Cem Sultana yapmış oldukları yardımdan dolayı Orduyu Hümayun'un mensupları arasında, belki de bir fitne yüzünden Bursa'nın bu yardımının cezasını ödemesi eğilimli bir kıpırdanma başladı. İllâki Bursa'yı yağma edeceğiz, diye tutturuldu. Hazreti Padişah, Bursa'nın kendisine bağışlanması hususunda arzularını bir beyanname ite bildirdi. Fakat bu da bir çare olmadı. Bunun üzerine Hazreti Padişah nefer başına bin akça olmak üzere bahşiş vererek bu işi Önledi. Şimdi burda biraz duraklıyalım ve şu izahatı yapmaya çalışalım.
Okuyucularımız tarihlerden okumuşlardır ki, hele hele Maarif müfettişlerinden bir masonun tarih dersleri kitapları ortaokul ve liselerde kırk seneye yakındır okutulur. Bu tarih kitaplarında üzerinde Sofu damgasını istihfafla yerleştirdiği Ba-yezid'i Velî çok büyük bir osmanlı padişahının arkasından gelen uyuşuk, sofu, ibadetten başka bir şey yapmazdı, diyerek kırk senedir nesillere okuttular ve bu nesiller şimdi meyvelerini gözler önüne seriyor ve onları şaşırtıyor. Ne şaşırırsınız a caanim böyle ektiniz böyle biçersiniz. Dolma tüfek gibi ecdadımıza istihfaf ederseniz işte onların ruhaniyyeti asırlar ötesinden yakanıza böyle yapışırlar. Çok iyi düşünmeliyiz ki, Bursa şehrini yağma etmeyi düşünen bir ordu Sultan Fatih Hazretlerinin Bizans surlarına dayandığı ordu olduğu halde daha dünkü payitahtını nasıl yıkıp, yağmaya kalkıyor ve bu derece zaferlerin şaşırtıp şımartması bu üzülecek vakayı meydana getiriyor. Bayezid-i Velî Hz.leri bu orduyla mı Fatih Hz.lerinin bıraktığı yerden bayrağı alıp ileri yürüyebilirdi?
Nefs, insanın mutaka yenmesi icab eden bir şey olduğunu, İki Cihan serveri Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri Mekke feth olunduktan sonra meâlen şöyle işaret buyuruyorlardı: «Kü çük cihad bitti, şimdi büyük cihad başlıyor» buyurunca saha-bei kiram sordular: «Yâ resûlallah büyük cihad nedir?» Efendimiz Hazretleri (S.A.V.) buyurdu: «Nefisîerimizdir, nefisle yapılacak mücadeledir». İşte bin yıllık Bizans'ı yerle bir eden, Hadîsi Şerifle tebşir olunan ordu otuz sene içinde kendi şehrini yağma edecek hale gelmiş «Sofu» diye tarih dersi kitaplarında alaya alınan cennetmekân Bayezid-i Velî Hazretleri zor önlemişti. Yeri gelmişken şunu da anlatmayı lüzumlu görürüz:
Hazreti Fatih, fethi mübinden sonra sarayı hümayununda bir gün vakit namazlarından birinde imamette bulunurken bir kaç iftitah tekbiri alır ve her seferinde namazdan çıkıp yeniden tekbir alır (bu bir rivayete göre yediye baliğ) olunca namaza devam eder. Cemaetfe bulunan meşhur İstanbul kadısı Hızır Bey sorar: Padişahım bu bid'at neyin nesi? Büyük evliya Sultan Fatih Hazretleri cevaben:
— Hızır; Ben eskiden namaza durduğumda iftitah tekbiri alınca Kâbei Muazzama önüme gelir namazımı öylece tamamlardım. Bu namazda ancak yedinci tekbirde kâbe karşıma geldi, der.
Adaletiyle meşhur Kadı Hızır şu cevabı vermekten çekinmemiş:
— Sultanım size gurur musallat olmuş,
İşte Bizans'ı yerle bir eden ordu, Cihangiri Padişah Hazretleri Fatih ile daha nice meydanı gazalarda üstün geldiğinen böyle bir araza duçar olmuş. Neylesin Bayezid-i Velî. Onunla dünyaya ferman okuyabilsin.
Mısır'da Kayitbayın tahsis ettiği köşkten Mekke ve Medine'ye de gidip iki ay kalan Cem Sultan Osmanlı Devletinin amansız rakibi Karamanoğu Hanedanının mensubu Kasım Bey'in teşvikleriyle yine saltanat iddiası ile ortaya çıkmayı düşünmeye başlamıştı. '
Bu düşüncesini tatbike koymak kendisine oniki sene sürecek çevir ve cefa dolu kâh mahpus, kâh serbest fakat her iki halde de mahzun olacağı bir macera getirdiği gibi Devleti Aliyye'nin iki kolunu bağlayan gayet kıymetli bir rehine, Avrupa için Osmanlı'yı daima tehit edebilecekleri bir taht rabiki idi. Ne var ki bir çok tarihlerde Cem Sultan'ın oniki sene süren bu üzüntülü rehine hayatı müverrihlerin ona acımasına, dolayısıyla Bayezid-i Velî Hazretlerine zulm etti mânasına alınacak satırlarla tarihlerini doldurmuşlardır.
Bir müslüman şunu çok iyi bilir ki «Ancak müslümanlar kardeştir» fetvasınca dünyanın neresinde bir müslümanın ayağına diken battıysa, burnu kanadıysa kâmil bir mü'min onun izdırabını duymakla kalmaz, onu rahatsız eden musallatı yok etmeye çalışır. İşte bu Cem Sultan badiresinde Der-saadet'e, Avrupa'dan pek çok elçiler gelmiştir.
Fakat öyle bir elçilik heyeti gelmiştir ki; Sultan Bayezİd hazretlerinin merhamet dolu kalbini eritip, gözlerinden kanlı yaşlar akıtacak kadar üzen elçilik heyeti Endülüs Emevî Devletleri serisinden olan Beni Ahmer müslüman devletinin elçilik heyetiydi.
Tarık bin Ziyad kumandasında Hicretin 72/Milâdi 696 senesinde İspanya'ya çıkmışlar ve ilâyı kelimetullah sancağını oranın semalarında muzafferiyetle dalgalandırmaya başlamışlardı. Yediyüz seneye yakın zamandır orada yaşayan ve Avrupa'nın üzerine İslâm güneşi gibi doğan bu müslümanlar, Cem Sultan'ın iddiayı saltanat ettiği yıllarda Katolik Ferdi-nand ve İsabellâ'nın askerinin önünde sadece hayatlarını kaybetmiyorlar. Maalesef dinlerinden de ettiriliyordu. Cem Sultan, Papa Sekizinci İnnossan ile mülakatında esaretinin şikâyetlerini dile getirirken Papa'mn Hıristiyan olunuz, bütün bu çileler biter, demesiyle kendisine yapılan bu şen'i teklifi kâmil bir müslüman olarak şiddetle red ederken şöyle söylemişti: «Değil bu çilelerin bitmesi, değil Osmanlı tahtının tarafıma sunulması cihanın hükümdarlığını bana ihsan etseniz beni Şeriatı Muhammediyye yolundan ayıramazsınız», dediğinde kendisine bir şey yapmamışlardı fakat Kurtuba'da, Gırnata'da bütün İspanya'da İslâmı terki, red edenin evi ocağı söndürülüyordu. İslâm dininin ruhsatına dayanan gizli din kullanma yâni hıristiyan olmuş gibi davranıp gizli gizli İslâmı yaşamaya çalışanlar tesbit olunuyorlar ve canlı canlı ateşe atılıyorlardı. Tarihte yapılan bu uydurma mahkemelere Engizisyon adı verilmiş olup bunun çok büyük kısmı müslüman-lara tatbik edilmiştir. Biraz da yahudİler ezilmiştir. Fakat hedef tamamen müslümanlardı. Cem Sultan, Papa'mn elinde iken, Osmanlı'nın bu barbarca hareketi açıktan önlemeğe imkânı yok gibiydi. Halbuki cennetmekân Hz. Fatih, Gedik Ahmed Paşa vasıtasıyla çizmenin ucundaki Otrantoyu almakla bir tramplen temin etmişti. Fakat Cem Sultan'ın saltanat hırsı bu tramplenden istifade imkânını ortadan kaldırmıştı. O şimdi Avrupalılar için iki şeydi. Birincisi her sene Baye-zid'i Velî Hz.lerinden kırkbeş bin duka altını almak (diğer yollarla validesi ve Mısır Sultanından aldıkları başka) bir de Osmanlı'ya karşı çok yüksek bir şantaj aletiydi.
Elçilerin İspanya'y1 anlatışları Yüce Padişahı ve dinleyenleri öyle yaraladı ki, Hz. Padişah Meşhur Kemâl Reis'e filosunu hazırlayıp, derhal imdada koşmasını emr eyledi.
Cem Sultan Napoli'de Hicrî 900/Milâdî 1495 yılında vefat ederken ağabeyi Bayezid-i Velî Hazretlerine vasiyetini şöyle bildirmiştir. Beni İslâm topraklarına gömünüz, evlâd ve ayalimi yanınıza alıp himaye buyurunuz.» Cem Sultan Osmanlı Şehzadelerinin içinde en meşhurudur. Çünkü çektiği üzüntü ve cefalar Bayezid-i Velî Hazretlerine karşı kullanılmak için daima zikr olunmuştur. Allah rahmet eylesin.
Cem Sultana yapmış oldukları yardımdan dolayı Orduyu Hümayun'un mensupları arasında, belki de bir fitne yüzünden Bursa'nın bu yardımının cezasını ödemesi eğilimli bir kıpırdanma başladı. İllâki Bursa'yı yağma edeceğiz, diye tutturuldu. Hazreti Padişah, Bursa'nın kendisine bağışlanması hususunda arzularını bir beyanname ite bildirdi. Fakat bu da bir çare olmadı. Bunun üzerine Hazreti Padişah nefer başına bin akça olmak üzere bahşiş vererek bu işi Önledi. Şimdi burda biraz duraklıyalım ve şu izahatı yapmaya çalışalım.
Okuyucularımız tarihlerden okumuşlardır ki, hele hele Maarif müfettişlerinden bir masonun tarih dersleri kitapları ortaokul ve liselerde kırk seneye yakındır okutulur. Bu tarih kitaplarında üzerinde Sofu damgasını istihfafla yerleştirdiği Ba-yezid'i Velî çok büyük bir osmanlı padişahının arkasından gelen uyuşuk, sofu, ibadetten başka bir şey yapmazdı, diyerek kırk senedir nesillere okuttular ve bu nesiller şimdi meyvelerini gözler önüne seriyor ve onları şaşırtıyor. Ne şaşırırsınız a caanim böyle ektiniz böyle biçersiniz. Dolma tüfek gibi ecdadımıza istihfaf ederseniz işte onların ruhaniyyeti asırlar ötesinden yakanıza böyle yapışırlar. Çok iyi düşünmeliyiz ki, Bursa şehrini yağma etmeyi düşünen bir ordu Sultan Fatih Hazretlerinin Bizans surlarına dayandığı ordu olduğu halde daha dünkü payitahtını nasıl yıkıp, yağmaya kalkıyor ve bu derece zaferlerin şaşırtıp şımartması bu üzülecek vakayı meydana getiriyor. Bayezid-i Velî Hz.leri bu orduyla mı Fatih Hz.lerinin bıraktığı yerden bayrağı alıp ileri yürüyebilirdi?
Nefs, insanın mutaka yenmesi icab eden bir şey olduğunu, İki Cihan serveri Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri Mekke feth olunduktan sonra meâlen şöyle işaret buyuruyorlardı: «Kü çük cihad bitti, şimdi büyük cihad başlıyor» buyurunca saha-bei kiram sordular: «Yâ resûlallah büyük cihad nedir?» Efendimiz Hazretleri (S.A.V.) buyurdu: «Nefisîerimizdir, nefisle yapılacak mücadeledir». İşte bin yıllık Bizans'ı yerle bir eden, Hadîsi Şerifle tebşir olunan ordu otuz sene içinde kendi şehrini yağma edecek hale gelmiş «Sofu» diye tarih dersi kitaplarında alaya alınan cennetmekân Bayezid-i Velî Hazretleri zor önlemişti. Yeri gelmişken şunu da anlatmayı lüzumlu görürüz:
Hazreti Fatih, fethi mübinden sonra sarayı hümayununda bir gün vakit namazlarından birinde imamette bulunurken bir kaç iftitah tekbiri alır ve her seferinde namazdan çıkıp yeniden tekbir alır (bu bir rivayete göre yediye baliğ) olunca namaza devam eder. Cemaetfe bulunan meşhur İstanbul kadısı Hızır Bey sorar: Padişahım bu bid'at neyin nesi? Büyük evliya Sultan Fatih Hazretleri cevaben:
— Hızır; Ben eskiden namaza durduğumda iftitah tekbiri alınca Kâbei Muazzama önüme gelir namazımı öylece tamamlardım. Bu namazda ancak yedinci tekbirde kâbe karşıma geldi, der.
Adaletiyle meşhur Kadı Hızır şu cevabı vermekten çekinmemiş:
— Sultanım size gurur musallat olmuş,
İşte Bizans'ı yerle bir eden ordu, Cihangiri Padişah Hazretleri Fatih ile daha nice meydanı gazalarda üstün geldiğinen böyle bir araza duçar olmuş. Neylesin Bayezid-i Velî. Onunla dünyaya ferman okuyabilsin.
Mısır'da Kayitbayın tahsis ettiği köşkten Mekke ve Medine'ye de gidip iki ay kalan Cem Sultan Osmanlı Devletinin amansız rakibi Karamanoğu Hanedanının mensubu Kasım Bey'in teşvikleriyle yine saltanat iddiası ile ortaya çıkmayı düşünmeye başlamıştı. '
Bu düşüncesini tatbike koymak kendisine oniki sene sürecek çevir ve cefa dolu kâh mahpus, kâh serbest fakat her iki halde de mahzun olacağı bir macera getirdiği gibi Devleti Aliyye'nin iki kolunu bağlayan gayet kıymetli bir rehine, Avrupa için Osmanlı'yı daima tehit edebilecekleri bir taht rabiki idi. Ne var ki bir çok tarihlerde Cem Sultan'ın oniki sene süren bu üzüntülü rehine hayatı müverrihlerin ona acımasına, dolayısıyla Bayezid-i Velî Hazretlerine zulm etti mânasına alınacak satırlarla tarihlerini doldurmuşlardır.
Bir müslüman şunu çok iyi bilir ki «Ancak müslümanlar kardeştir» fetvasınca dünyanın neresinde bir müslümanın ayağına diken battıysa, burnu kanadıysa kâmil bir mü'min onun izdırabını duymakla kalmaz, onu rahatsız eden musallatı yok etmeye çalışır. İşte bu Cem Sultan badiresinde Der-saadet'e, Avrupa'dan pek çok elçiler gelmiştir.
Fakat öyle bir elçilik heyeti gelmiştir ki; Sultan Bayezİd hazretlerinin merhamet dolu kalbini eritip, gözlerinden kanlı yaşlar akıtacak kadar üzen elçilik heyeti Endülüs Emevî Devletleri serisinden olan Beni Ahmer müslüman devletinin elçilik heyetiydi.
Tarık bin Ziyad kumandasında Hicretin 72/Milâdi 696 senesinde İspanya'ya çıkmışlar ve ilâyı kelimetullah sancağını oranın semalarında muzafferiyetle dalgalandırmaya başlamışlardı. Yediyüz seneye yakın zamandır orada yaşayan ve Avrupa'nın üzerine İslâm güneşi gibi doğan bu müslümanlar, Cem Sultan'ın iddiayı saltanat ettiği yıllarda Katolik Ferdi-nand ve İsabellâ'nın askerinin önünde sadece hayatlarını kaybetmiyorlar. Maalesef dinlerinden de ettiriliyordu. Cem Sultan, Papa Sekizinci İnnossan ile mülakatında esaretinin şikâyetlerini dile getirirken Papa'mn Hıristiyan olunuz, bütün bu çileler biter, demesiyle kendisine yapılan bu şen'i teklifi kâmil bir müslüman olarak şiddetle red ederken şöyle söylemişti: «Değil bu çilelerin bitmesi, değil Osmanlı tahtının tarafıma sunulması cihanın hükümdarlığını bana ihsan etseniz beni Şeriatı Muhammediyye yolundan ayıramazsınız», dediğinde kendisine bir şey yapmamışlardı fakat Kurtuba'da, Gırnata'da bütün İspanya'da İslâmı terki, red edenin evi ocağı söndürülüyordu. İslâm dininin ruhsatına dayanan gizli din kullanma yâni hıristiyan olmuş gibi davranıp gizli gizli İslâmı yaşamaya çalışanlar tesbit olunuyorlar ve canlı canlı ateşe atılıyorlardı. Tarihte yapılan bu uydurma mahkemelere Engizisyon adı verilmiş olup bunun çok büyük kısmı müslüman-lara tatbik edilmiştir. Biraz da yahudİler ezilmiştir. Fakat hedef tamamen müslümanlardı. Cem Sultan, Papa'mn elinde iken, Osmanlı'nın bu barbarca hareketi açıktan önlemeğe imkânı yok gibiydi. Halbuki cennetmekân Hz. Fatih, Gedik Ahmed Paşa vasıtasıyla çizmenin ucundaki Otrantoyu almakla bir tramplen temin etmişti. Fakat Cem Sultan'ın saltanat hırsı bu tramplenden istifade imkânını ortadan kaldırmıştı. O şimdi Avrupalılar için iki şeydi. Birincisi her sene Baye-zid'i Velî Hz.lerinden kırkbeş bin duka altını almak (diğer yollarla validesi ve Mısır Sultanından aldıkları başka) bir de Osmanlı'ya karşı çok yüksek bir şantaj aletiydi.
Elçilerin İspanya'y1 anlatışları Yüce Padişahı ve dinleyenleri öyle yaraladı ki, Hz. Padişah Meşhur Kemâl Reis'e filosunu hazırlayıp, derhal imdada koşmasını emr eyledi.
Cem Sultan Napoli'de Hicrî 900/Milâdî 1495 yılında vefat ederken ağabeyi Bayezid-i Velî Hazretlerine vasiyetini şöyle bildirmiştir. Beni İslâm topraklarına gömünüz, evlâd ve ayalimi yanınıza alıp himaye buyurunuz.» Cem Sultan Osmanlı Şehzadelerinin içinde en meşhurudur. Çünkü çektiği üzüntü ve cefalar Bayezid-i Velî Hazretlerine karşı kullanılmak için daima zikr olunmuştur. Allah rahmet eylesin.
Beklenmeyen Elçi - Nedir Ödev İndir
Beklenmeyen Elçi
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb olmuştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan kuşatma alanını gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padişah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek istemiştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunuyordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukavemete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasarı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlığından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardıkları sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığını hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzaklıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar kapıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride duyan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekildiklerinde ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen anlatmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geçmeyeceğim: <Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İstanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtalarının kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmalarını yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Savaşa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler buldu fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehrileri İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlardı. Üzerlerindeki zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef olduğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sormakla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekleşen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesinin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düşmeyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neticesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin beyanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yapmamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maskesini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şurada, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek herkesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyetini bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Kasımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uzayıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İstanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edilemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmekteydiler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Marmara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına kadar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephesiydi.
Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp, Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cenevizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Galata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarından taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağnos Paşanın hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yılı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine bir köprüde kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek rahatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephenin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Mehmed; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğinden, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte taraftan; Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bizanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarihçiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önlemek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla gemileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözünden, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsatı bulduğudur.
Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklandığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu harikulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne almak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada devreye girmezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edildiğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, yeterli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek merak eden olursa gitsin orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede "katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir miktar gönderdiği yardımı taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut zincirin arka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sahil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı donanmasının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yine mühendislerce seçilmiş yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı kitabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bulunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, serviler dikili bir Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntıya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üzerindeki menbaiar vadisi denen yere inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası) yerde birbirini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil ediyordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu patika; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişenin bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu caddesinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ yamacı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, donanmasının gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin karadan yürütülmek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini de ister istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tezvir ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu değerli delilleri bulundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesinin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafındaki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan maksadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donanmanın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendirilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan gemilerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemilerin karadan nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gibi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısında son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin, intikamını almaktan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Simsiyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühendisin idaresi altında uzun zaman devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühendis idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Osmanlı donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti." Demekte. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyeceğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kısmını İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hareket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için donanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca devam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen düzeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdiler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytinyağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki padişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görünce; onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik olmasaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazifeye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yorumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakalarından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı daha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan maksadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahilinden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı emretti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor buradan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üzerinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanına İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe kerestelerden meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemilerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük tonajda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çekme ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullanma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tarikiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarından Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Gemileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rahmetler dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkları, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görünmez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yiğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın burasında; 2001 senesi fetih haftasını değerlendirmeye çalıştığımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı programımızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Bakiler ve Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gurup tam programımızı kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ dinleyenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercüman olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamızı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırlatıyorum:
Kan Ağlıyor!
Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Târih kitapları seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Hadi gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz sana? / Ellerimiz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb olmuştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan kuşatma alanını gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padişah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek istemiştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunuyordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukavemete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasarı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlığından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardıkları sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığını hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzaklıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar kapıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride duyan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekildiklerinde ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen anlatmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geçmeyeceğim: <Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İstanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtalarının kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmalarını yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Savaşa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler buldu fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehrileri İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlardı. Üzerlerindeki zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef olduğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sormakla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekleşen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesinin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düşmeyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neticesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin beyanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yapmamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maskesini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şurada, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek herkesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyetini bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Kasımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uzayıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İstanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edilemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmekteydiler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Marmara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına kadar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephesiydi.
Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp, Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cenevizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Galata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarından taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağnos Paşanın hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yılı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine bir köprüde kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek rahatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephenin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Mehmed; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğinden, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte taraftan; Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bizanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarihçiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önlemek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla gemileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözünden, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsatı bulduğudur.
Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklandığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu harikulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne almak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada devreye girmezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edildiğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, yeterli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek merak eden olursa gitsin orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede "katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir miktar gönderdiği yardımı taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut zincirin arka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sahil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı donanmasının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yine mühendislerce seçilmiş yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı kitabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bulunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, serviler dikili bir Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntıya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üzerindeki menbaiar vadisi denen yere inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası) yerde birbirini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil ediyordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu patika; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişenin bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu caddesinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ yamacı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, donanmasının gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin karadan yürütülmek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini de ister istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tezvir ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu değerli delilleri bulundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesinin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafındaki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan maksadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donanmanın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendirilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan gemilerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemilerin karadan nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gibi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısında son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin, intikamını almaktan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Simsiyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühendisin idaresi altında uzun zaman devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühendis idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Osmanlı donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti." Demekte. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyeceğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kısmını İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hareket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için donanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca devam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen düzeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdiler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytinyağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki padişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görünce; onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik olmasaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazifeye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yorumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakalarından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı daha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan maksadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahilinden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı emretti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor buradan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üzerinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanına İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe kerestelerden meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemilerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük tonajda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çekme ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullanma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tarikiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarından Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Gemileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rahmetler dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkları, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görünmez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yiğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın burasında; 2001 senesi fetih haftasını değerlendirmeye çalıştığımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı programımızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Bakiler ve Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gurup tam programımızı kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ dinleyenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercüman olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamızı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırlatıyorum:
Kan Ağlıyor!
Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Târih kitapları seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Hadi gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz sana? / Ellerimiz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)