AFŞİN - Nedir Ödev İndir

AFŞİN (11. yüzyıl) Anadolu'nun fethiyle görevlendirilen Büyük Selçuklu Devleti komutanlarından. Yaptığı akınlarla Halep ve Antep bölgelerine egemen oldu. Sakarya ve Boğaziçi'ne kadar ilerledi. Malazgirt Savaşı'na katıldı.

AFŞARLAR Kimdir Ödev İndir

AFŞARLAR

Yirmi dört Oğuz boyundan biri. Afşarlar, Oğuz göçleriyle İran, Suriye ve Anadolu'ya yayıldılar. İran'da zaman zaman önemli siyasî olaylara karıştılar. 18. yüzyılda İran tahtını ele geçiren Nadir Şah, İran Afşarlarındandır. Bugün Türkiye'de başta Sıvas, Ankara, Bolu ve Isparta dolaylarında olmak üzere pek çok Afşar (Avşar) köyü vardır.

ADALI HALİL - Kimdir Ödev İndir

ADALI HALİL  (1870 Edirne - 1927 Edirne) Türk pehlivanı. Hocası Aliço'ydu. 20 yılı aşkın spor yaşamının 18 yılında Kırkpınar başpehlivanlığını elinde tuttu. Koca Yusuf, Kurtdereli Mehmet gibi ünlülerle güreşti. Berlin, Londra ve Amerika'da güreşlere katıldı. Chicago'da yaptığı bir karşılaşmada kuraldışı hareketlerine kızdığı rakibinin kaburga kemiklerini kırdı ve seyircilerin linç etmesinden güçlükle kurtuldu.

ADALET PARTİSİ NEDİR? Ödev İndir

ADALET PARTİSİ NEDİR? HAKKINDA BİLGİ

11 Şubat 1961'de emekli orgeneral Ragıp Gümüşpala ve arkadaşları tarafından kurulan siyasî parti. 1946-1960 yılları arasında iki büyük partiden biri olan Demokrat Parti mahkeme kararıyla kapatıldıktan sonra, 1961'de yapılan seçimlere ilk olarak katılan Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi'nden sonra ikinci sırayı aldı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin gerekli oy çoğunluğunu sağlayamaması üzerine iki parti bir koalisyon hükümeti kurdular. 1962'de bozulan koalisyondan sonra muhalefete geçen Adalet Partisi'nin ilk genel başkanı Ragıp Gümüşpala 1964'te ölünce, genel başkanlığa Süleyman Demirel getirildi. 1965'ten 1980 yılına kadar Cumhuriyet Halk Partisi'nin iktidarları dışında, ya başka partilerle koalisyon kurarak ya da tek başına iktidara gelen Adalet Partisi, 12 Eylül 1980 harekâtıyla iktidardan uzaklaştırıldı ve diğer partiler gibi kapatıldı.

Avusturya Seferi Onuncu Sefer - Nedir Ödev İndir

Avusturya Seferi Onuncu Sefer
Kaanuni'nin onuncu seferi olan bu sefere Avusturya seferi denilir. Budin'in, Osmanlı'nın bir vilâyti haline gelmesine ta­hammül edemiyen Ferdinand, yeniden bir takım tedariklere girmeğe başladı.

Hazret! Padişah, tedariklerin mahiyyetini öğrenince derhal Ali Bey kumandasında Tuna'ya 370 gemi ve bol miktarda zahire gönderdi. Hakikaten bu sefer-i hümayun en mükem­mel ve en intizamlı seferlerin arasında zikredilir. Edirne'den hareket eden orduyu hümayun, Bosna'ya vardığında Bâli Paşa'nın ölüm haberini aldı. Bâli Paşa'nın vefatına üzülen Sultan, onun yerine Yahya Paşazade Mehmed Paşa'yı tayin _etti: Önce Valpo şehri sonra Siklos ele geçirildi. Arkasından Gran fetih olunarak, Bûdin'e ilhak edildi.

Macaristan'ın eski krallarının gömüldükleri Stuhl-Vesen-burgh şehri de feth olundu. Sancağın idaresi Ahmed Paşaya verildi. Raküza Cumhuriyetine, Venedik Senatosuna, Fransa Kralına zafernameler gönderilmişti. Çünkü bütün Macaris­tan'ın, Avusturyalılar elinde olan yerleri feth olunmuş ve Ma­caristan bir Osmanlı eyaleti olmuştur. Peşte'ye gelen orduyu hümayun Kasım ayında Belgrad'da mücahidini mükâfatlara gark eden Sultan Hazretleri Dersaadet'e dönmeye hazırlandı. Bu esnada en sevgili şehzadesi Şehzade Mehmed Sultan'ın vefat haberi geldi. Padişah Hazretleri bu habere çok üzüldü. Ancak ne bir isyan ne de tuğyan gerekmediğini bilen bir mü'min olarak Yeniçeri mahallesi yakınlarında şimdiki Şeh-zadebaşı'nda defnini, türbe ve camiyi Mimar Sinan'a yaptırıl­ma emrini vermişti. Bugün Mimar Sinan'ın eseri olan türbe­sinde ve Şehzadebaşı Camii olarak anılan bu külliye günü­müz tekniğine kendini hayran bırakacak bîr âbide olarak müslümanlara hizmete devam ediyor. Hicrî 950/Milâdî 1544.

Bazı Mühim Vak'alar - Nedir Ödev İndir

Bazı Mühim Vak'alar
Bu bölümde bazı vak'alara satırbaşları halinde temas ede­rek birtakım nakiler yapmayı uygun gördük.
İstanbul çok büyük bir yangın geçirdi. Bu yangın büyük hasara yol açtı. Yangının arkasından meydana gelen salgın hastalık veba şeklinde teceli edip, bu salgında Sadrazam Ayaş Paşa dahi vebaya yakalanarak vefat etti. Sadrazamın vefatı üzerine mührü hümayun İkinci Vezir Lütfi Paşa'ya tev­cih olundu. Ayaş Paşa merhum son derece muhterem bir zat olmakla 120 adet çocuğu olduğu rivayet olunur.


Şehzade Bayezid Sultan ve Cihangir Sultan'ın sünnet dü­ğünleri, Mihrimah Sultan ile Rüstem Paşa'nın izdivaçları Haz-reti Padişahın hazır bulunmasıyla icra olunmuştu.

Belgrad Seferi Hümayunu - Nedir Ödev İndir

Belgrad Seferi Hümayunu

Yavuz Sultan Selim Hazretleri buyurmuştu ki: Ecdadım şimdiye kadar yapmış oldukları fütuhatı, ilâhi bir işaret alma­dan yapmamışlardır. Ben dahi bu işaretlere muhatap olma­dan hiç bir yerin üzerine varmamışımdır. Kaanuni, babası merhum'un devleti İslâmiyye'yi doğu ve güney canibinden emniyete almış olmasının neticesi olarak ilk seferin batıya, Belgrad üzerine yapmaya karar vermişti. Genç Padişah bu sırada 26 yaşırida~5ulunuyordu. Macaristan Kralı, Padişahın tahta cûlüs merasiminden sonra tebrikte bulunmadığı vebir kaç yıldır ödemediği vergilerin ödenmesini bildirmek üzere gönderilen Behram Çavuşu idam ettirince bardağı taşıran damla kendini göstermişti. İslâm'ın adaletle, kahredici kuv­veti Osmanlı sillesi bunların başına inmiş, Belgrad kalesi Os­manlı sancağına burç olmuş, Karlofça ise bu sancağın se­malarında dalgalanmasına ram olmak mecburiyyetinde kal­mıştı. Hicri 927/Milâdî 1521.

Bayezıd'ı Velı'nın Tahttan Feragati - Nedir Ödev İndir

Bayezıd'ı Velı'nın Tahttan Feragati
Babasının karşısında mağlup olan Şehzade Selim Sultan kaîmpederinin yanma iltica ettiğinde kulağını ve gözünü me-maliki Osmaniyye'nin kalbi, dünyanın övülmüş şehri İstan­bul'dan ayırmıyordu. Hadim Ali Paşa'nın şahadeti, bir haydut önünde onuru kırılan Yeniçeri askerinin kendisine meylini bi­len Şehzade Selim Sultan yeniden harekete geçmişti.

Bu sırada Antalya'dan hareket eden Korkud Sultan İstan­bul'a gelmiş o da Hazreti Padişahı otuz senedir görmediğini firkatine dayanamadığını kendisini babasıyla görüştürmek üzere aracı olmalarını Yeniçerilerden isteyerek aralarına gir­me arzusunu bildirdi. Yeniçeriler kemali edeple ve büyük saygıyla kendisini misafir ettiler. Bu arada Yeniçeri Ağası da Şehzade Selim Sultan'ı İstanbul'a davet etmiş ve şehir kapı­sında kendisini karşılamıştı. Derhal saraya gidilip biraderi Korkud Sultan ve vüzera Padişah Hazretleri tarafından kabul olundu.

Hazreti Padişah birçok nasihatlarda bulundu ise de Şehza­de Selim Sultan, pederinin kendisi lehine tahttan feragatini istedi. O sırada onbeşbin kadar Yeniçeri ve Sipahi tahtı sal­tanatta Şehzade Selim'i görmek istediklerini bildirince bu işin bir ihtilâle, devletin bir kan gölüne dönmesine yüksek şah-siyyetierinin razı gelmeyeceği Hazreti Padişah «Oğlum Se-lim'in lehine tahttan feragat ediyorum. Cenab-i Hak devleti­ni müemmen, kılıcını keskin, adaletini yüksek, askerini sa­na mutî, hayırlı işlerinde Mevlâm yardımcın olsun» diyerek Osmanlı devletinin yeni bir dönemi1 in başladığını ilân etti­ğinde tarihî zaman Hicrî 918/Milâdî 1512'yi gösteriyordu.

Bayezid-İ Velî Hazretlerinin Bürsa'yı Yıkımdan Kurtarması - Nedir Ödev İndir

Bayezid-İ Velî Hazretlerinin Bürsa'yı Yıkımdan Kurtarması
Cem Sultana yapmış oldukları yardımdan dolayı Orduyu Hümayun'un mensupları arasında, belki de bir fitne yüzün­den Bursa'nın bu yardımının cezasını ödemesi eğilimli bir kı­pırdanma başladı. İllâki Bursa'yı yağma edeceğiz, diye tuttu­ruldu. Hazreti Padişah, Bursa'nın kendisine bağışlanması hu­susunda arzularını bir beyanname ite bildirdi. Fakat bu da bir çare olmadı. Bunun üzerine Hazreti Padişah nefer başına bin akça olmak üzere bahşiş vererek bu işi Önledi. Şimdi burda biraz duraklıyalım ve şu izahatı yapmaya çalışalım.

Okuyucularımız tarihlerden okumuşlardır ki, hele hele Ma­arif müfettişlerinden bir masonun tarih dersleri kitapları orta­okul ve liselerde kırk seneye yakındır okutulur. Bu tarih ki­taplarında üzerinde Sofu damgasını istihfafla yerleştirdiği Ba-yezid'i Velî çok büyük bir osmanlı padişahının arkasından gelen uyuşuk, sofu, ibadetten başka bir şey yapmazdı, diye­rek kırk senedir nesillere okuttular ve bu nesiller şimdi mey­velerini gözler önüne seriyor ve onları şaşırtıyor. Ne şaşırırsınız a caanim böyle ektiniz böyle biçersiniz. Dolma tüfek gibi ecdadımıza istihfaf ederseniz işte onların ruhaniyyeti asırlar ötesinden yakanıza böyle yapışırlar. Çok iyi düşünmeliyiz ki, Bursa şehrini yağma etmeyi düşünen bir ordu Sultan Fatih Hazretlerinin Bizans surlarına dayandığı ordu olduğu halde daha dünkü payitahtını nasıl yıkıp, yağmaya kalkıyor ve bu derece zaferlerin şaşırtıp şımartması bu üzülecek vakayı meydana getiriyor. Bayezid-i Velî Hz.leri bu orduyla mı Fatih Hz.lerinin bıraktığı yerden bayrağı alıp ileri yürüyebilirdi?
Nefs, insanın mutaka yenmesi icab eden bir şey olduğunu, İki Cihan serveri Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri Mekke feth olunduktan sonra meâlen şöyle işaret buyuruyorlardı: «Kü çük cihad bitti, şimdi büyük cihad başlıyor» buyurunca saha-bei kiram sordular: «Yâ resûlallah büyük cihad nedir?» Efen­dimiz Hazretleri (S.A.V.) buyurdu: «Nefisîerimizdir, nefisle ya­pılacak mücadeledir». İşte bin yıllık Bizans'ı yerle bir eden, Hadîsi Şerifle tebşir olunan ordu otuz sene içinde kendi şeh­rini yağma edecek hale gelmiş «Sofu» diye tarih dersi kitap­larında alaya alınan cennetmekân Bayezid-i Velî Hazretleri zor önlemişti. Yeri gelmişken şunu da anlatmayı lüzumlu gö­rürüz:
Hazreti Fatih, fethi mübinden sonra sarayı hümayununda bir gün vakit namazlarından birinde imamette bulunurken bir kaç iftitah tekbiri alır ve her seferinde namazdan çıkıp yeni­den tekbir alır (bu bir rivayete göre yediye baliğ) olunca na­maza devam eder. Cemaetfe bulunan meşhur İstanbul kadısı Hızır Bey sorar: Padişahım bu bid'at neyin nesi? Büyük evli­ya Sultan Fatih Hazretleri cevaben:
— Hızır; Ben eskiden namaza durduğumda iftitah tekbiri alınca Kâbei Muazzama önüme gelir namazımı öylece ta­mamlardım. Bu namazda ancak yedinci tekbirde kâbe karşı­ma geldi, der.
Adaletiyle meşhur Kadı Hızır şu cevabı vermekten çekin­memiş:
— Sultanım size gurur musallat olmuş,
İşte Bizans'ı yerle bir eden ordu, Cihangiri Padişah Hazret­leri Fatih ile daha nice meydanı gazalarda üstün geldiğinen böyle bir araza duçar olmuş. Neylesin Bayezid-i Velî. Onunla dünyaya ferman okuyabilsin.
Mısır'da Kayitbayın tahsis ettiği köşkten Mekke ve Medi­ne'ye de gidip iki ay kalan Cem Sultan Osmanlı Devletinin amansız rakibi Karamanoğu Hanedanının mensubu Kasım Bey'in teşvikleriyle yine saltanat iddiası ile ortaya çıkmayı düşünmeye başlamıştı. '
Bu düşüncesini tatbike koymak kendisine oniki sene süre­cek çevir ve cefa dolu kâh mahpus, kâh serbest fakat her iki halde de mahzun olacağı bir macera getirdiği gibi Devleti Aliyye'nin iki kolunu bağlayan gayet kıymetli bir rehine, Av­rupa için Osmanlı'yı daima tehit edebilecekleri bir taht rabiki idi. Ne var ki bir çok tarihlerde Cem Sultan'ın oniki sene sü­ren bu üzüntülü rehine hayatı müverrihlerin ona acımasına, dolayısıyla Bayezid-i Velî Hazretlerine zulm etti mânasına alı­nacak satırlarla tarihlerini doldurmuşlardır.
Bir müslüman şunu çok iyi bilir ki «Ancak müslümanlar kardeştir» fetvasınca dünyanın neresinde bir müslümanın ayağına diken battıysa, burnu kanadıysa kâmil bir mü'min onun izdırabını duymakla kalmaz, onu rahatsız eden musal­latı yok etmeye çalışır. İşte bu Cem Sultan badiresinde Der-saadet'e, Avrupa'dan pek çok elçiler gelmiştir.
Fakat öyle bir elçilik heyeti gelmiştir ki; Sultan Bayezİd hazretlerinin merhamet dolu kalbini eritip, gözlerinden kanlı yaşlar akıtacak kadar üzen elçilik heyeti Endülüs Emevî Devletleri serisinden olan Beni Ahmer müslüman devletinin elçilik heyetiydi.
Tarık bin Ziyad kumandasında Hicretin 72/Milâdi 696 se­nesinde İspanya'ya çıkmışlar ve ilâyı kelimetullah sancağını oranın semalarında muzafferiyetle dalgalandırmaya başla­mışlardı. Yediyüz seneye yakın zamandır orada yaşayan ve Avrupa'nın üzerine İslâm güneşi gibi doğan bu müslümanlar, Cem Sultan'ın iddiayı saltanat ettiği yıllarda Katolik Ferdi-nand ve İsabellâ'nın askerinin önünde sadece hayatlarını kaybetmiyorlar. Maalesef dinlerinden de ettiriliyordu. Cem Sultan, Papa Sekizinci İnnossan ile mülakatında esaretinin şikâyetlerini dile getirirken Papa'mn Hıristiyan olunuz, bütün bu çileler biter, demesiyle kendisine yapılan bu şen'i teklifi kâmil bir müslüman olarak şiddetle red ederken şöyle söyle­mişti: «Değil bu çilelerin bitmesi, değil Osmanlı tahtının tara­fıma sunulması cihanın hükümdarlığını bana ihsan etseniz beni Şeriatı Muhammediyye yolundan ayıramazsınız», dedi­ğinde kendisine bir şey yapmamışlardı fakat Kurtuba'da, Gırnata'da bütün İspanya'da İslâmı terki, red edenin evi oca­ğı söndürülüyordu. İslâm dininin ruhsatına dayanan gizli din kullanma yâni hıristiyan olmuş gibi davranıp gizli gizli İslâmı yaşamaya çalışanlar tesbit olunuyorlar ve canlı canlı ateşe atılıyorlardı. Tarihte yapılan bu uydurma mahkemelere Engi­zisyon adı verilmiş olup bunun çok büyük kısmı müslüman-lara tatbik edilmiştir. Biraz da yahudİler ezilmiştir. Fakat he­def tamamen müslümanlardı. Cem Sultan, Papa'mn elinde iken, Osmanlı'nın bu barbarca hareketi açıktan önlemeğe imkânı yok gibiydi. Halbuki cennetmekân Hz. Fatih, Gedik Ahmed Paşa vasıtasıyla çizmenin ucundaki Otrantoyu al­makla bir tramplen temin etmişti. Fakat Cem Sultan'ın salta­nat hırsı bu tramplenden istifade imkânını ortadan kaldırmış­tı. O şimdi Avrupalılar için iki şeydi. Birincisi her sene Baye-zid'i Velî Hz.lerinden kırkbeş bin duka altını almak (diğer yol­larla validesi ve Mısır Sultanından aldıkları başka) bir de Os­manlı'ya karşı çok yüksek bir şantaj aletiydi.
Elçilerin İspanya'y1 anlatışları Yüce Padişahı ve dinleyenle­ri öyle yaraladı ki, Hz. Padişah Meşhur Kemâl Reis'e filosunu hazırlayıp, derhal imdada koşmasını emr eyledi.

Cem Sultan Napoli'de Hicrî 900/Milâdî 1495 yılında vefat ederken ağabeyi Bayezid-i Velî Hazretlerine vasiyetini şöyle bildirmiştir. Beni İslâm topraklarına gömünüz, evlâd ve aya­limi yanınıza alıp himaye buyurunuz.» Cem Sultan Osmanlı Şehzadelerinin içinde en meşhurudur. Çünkü çektiği üzüntü ve cefalar Bayezid-i Velî Hazretlerine karşı kullanılmak için daima zikr olunmuştur. Allah rahmet eylesin.

Beklenmeyen Elçi - Nedir Ödev İndir

Beklenmeyen Elçi
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaris­tan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedik­ten sonra şöyle demekte:

"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücu­muyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandır­maktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaş­maydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb ol­muştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan ku­şatma alanını gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padi­şah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek iste­miştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunu­yordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukave­mete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasa­rı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlı­ğından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardık­ları sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığı­nı hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzak­lıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar ka­pıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride du­yan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekil­diklerinde ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen an­latmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geç­meyeceğim: <Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İs­tanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktay­dı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtaları­nın kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmaları­nı yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Sava­şa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler bul­du fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehri­leri İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlar­dı. Üzerlerindeki zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef ol­duğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sor­makla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekle­şen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesi­nin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düş­meyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neti­cesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin be­yanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yap­mamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maske­sini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şura­da, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek her­kesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyeti­ni bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Ka­sımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uza­yıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İs­tanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edi­lemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmektey­diler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Mar­mara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına ka­dar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephe­siydi.
Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp, Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cene­vizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Ga­lata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarın­dan taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağ­nos Paşanın hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yı­lı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine bir köprü­de kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek ra­hatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephe­nin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Meh­med; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğin­den, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte ta­raftan; Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bi­zanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarih­çiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önle­mek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla ge­mileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözün­den, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsa­tı bulduğudur.
Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklan­dığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu hari­kulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne al­mak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada devreye gir­mezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edil­diğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, ye­terli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek me­rak eden olursa gitsin orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede "katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir mik­tar gönderdiği yardımı taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut zincirin ar­ka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sa­hil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı donanma­sının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yi­ne mühendislerce seçilmiş yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı ki­tabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bu­lunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, servi­ler dikili bir Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntı­ya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üze­rindeki menbaiar vadisi denen yere inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası) yerde bir­birini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil edi­yordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu pati­ka; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişe­nin bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu cad­desinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ ya­macı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, do­nanmasının gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin karadan yürütül­mek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini de is­ter istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tez­vir ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu değerli delilleri bu­lundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesi­nin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafında­ki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan mak­sadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donan­manın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendi­rilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan ge­milerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemi­lerin karadan nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gi­bi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısın­da son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin, intikamını almak­tan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Sim­siyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühen­disin idaresi altında uzun zaman devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühen­dis idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Os­manlı donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti." Demek­te. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyece­ğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kıs­mını İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hare­ket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için do­nanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca de­vam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen dü­zeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdi­ler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytin­yağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki pa­dişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görün­ce; onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik ol­masaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazife­ye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yo­rumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakala­rından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı da­ha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan mak­sadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahi­linden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı em­retti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor bura­dan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üze­rinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanı­na İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe keresteler­den meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemi­lerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük to­najda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çek­me ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullan­ma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tari­kiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarın­dan Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Ge­mileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rah­metler dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkla­rı, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görün­mez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yi­ğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın bu­rasında; 2001 senesi fetih haftasını değerlendirmeye çalıştı­ğımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı programı­mızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Baki­ler ve Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gu­rup tam programımızı kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ dinle­yenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercü­man olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamı­zı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırla­tıyorum:
Kan Ağlıyor!

Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Tâ­rih kitapları seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Ha­di gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz sana? / Elleri­miz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001

Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli - Nedir Ödev İndir

Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli
Avrupa milletleri arasında muntazam durumda görülen devletin bulunduğunu ileri sürmek pek güçtür. Çünkü devam etmekte olan ve târih de yüz sene savaşları diye şöhret bul-muş harpler sürmekteydi. Almanya ve İtalya 1201 İlâ 1301 yılları, gelip geçerken siyasi birlik sergileyecek durumda ol­mayan haldeydiler. Bu İki ülkenin bahse konu namlı savaşın tabii neticesi olarak dagerek italya, gerekse Almanya bir ha­rabe hâlini almış durumdaydı. *

Fransa ve İngiltere birer krallık olarak yüzyıl savaşlarının en ziyade yıprattığı devlet halindeydiler. Akdeniz'e yakın İs­panya sekiz asırdır Endülüs Emevileri adıyla topraklarında avrupaya medeniyet ışıklan saçmış müslümanları, toprakla­rından atabilmek için, yine müslümanlann tevaifül mülük, devletin parçalanmasından beyliklere inkısam olmasının ha­tası yüzünden İspanya mücadeleye başlamıştı ve hâlâ aşıla­mayan jenosit ve barbarlığın örneğini, din adına gösteriyor ve akıllı hristiyanlarca, <bÖyle din olmaz> diyenlerinin sayı­sını arttırıyordu.
İspanya birliğini kurarken gerek musevi, gerekse müslü-man ve de gerçek hristiyan dindarını, yer yüzünden kazımak düşüncesinin zebunu olmuştu. Milâdi târih, 1328M gösterdi­ğinde Fransa krallığı avrupa devletleri içinde en disiplinli ve güçlü devletlerinden biriydi. İngiltereye gelince; Saksonlar ve Normanîar mücadelesi şortunda saksonlar, varlıklarını nor-manlara kaptırdılar. 13. asrın başlarında İngiltere kralı, 2. Hanri'nin 12. asır ortalarında temine muvaffak olduğu krali­yet otoritesini kaybetmişti.

Nitekim bunu 1215 yılında ilân ettikleri Magna carta adlı ferman, meşrutiyeti İngiliz anlayışına sokmuştur. 3. Hanri'nin başarısızlıkları, ve de parlamentoya yaptığı davete icabet eden murahhaslar silahlan yanlarında geldiler ve kral'a da­yadıkları Oksfort Fermanını 1258'de kabul ettirip yayımlattı­lar. 1265 yılına gelindiğinde İngiltere parlamentosunda bütün zümrelerin temsilcileri bulunması suretiyle bir milli meclis görüntüsü sağlanmıştı bu meclisin elan sürmekte olan husu­siyetinin başında üyelerince kabul edilmeyen bir verginin ül­kede alınmasının kabil olmadığının sağlanmış olmasıdır. Bu­nun önemini de, keyfi tutumla işgören idarelerin yaşandığı ülke ahalisi gibi hiç kimse anlayamaz.

Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi - Nedir Ödev İndir

Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi
Hazreti Fatih, Hicrî 878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde üzün Hasan gailesine son verirken aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa, üzün Hasan'a bel bağlamış onun muvaffak olması halinde, Timurlenk'in kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun, cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin uğradığı ihanetle yaralanacak bir orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin Hazretlerinin irşad ve mânevi terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan karşısındaydılar. Münkir Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah yoktur. Söz buraya gelmiş iken buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in bir kıssasını nakledelim.

İki Cihan Serveri Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra, tarihlerin kaydettiği en büyük kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların büyük taktisyeni, meydanların yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine bakıldığında yara almamış hiç bir yeri kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun bir istinât­gahı haline gelmişti. Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:
— «Başımızda Halid bin Velid varken mesele yoktur.»
demeğe başlarlar. Bu artık bir terane haline gelmiş her mücahid bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir emirle Halid bin Velidİ kuman­danlıktan almış ve bir köle azadlısını kumandan tayin buyur­muşlardı. O koca sahâbi büyük kumandan Halid İbni Veiid derhai emre itaat ederek makamını yeni tayin edilen kuman­dana bıraktığı gibi bir İslâm neferi olarak savaşa katılmıştı.
Okurlarımız lütfen buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyin­den sonra mü'minlerin emiri sordurmuş asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar? Cevap şu:
— İşimiz Allah'a kaldı Diyorlar.
Hz. Ömer:
— Hah işte şimdi tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun yardımıyladır.
İşte Avrupalı, Allah (C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Ve­lî Padişahın ve onun mücahidlerinin zaferle müjdelenmiş ol­duğunu ne bilsin, üzün Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir hal­de harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri orada yalnız üzün Hasan'ı yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça etmişti.
İşte Hicri 886/Milâdî 1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları Avsturya önlerinde, İtalya ovalarında. Venedik li­manlarında, Kırım adalarında Livayı hamd sancağını şan ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir mağlûbiyyete, her birini teker teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.
Şair Yahya Kemâl bey asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa Otrantoya...
İşt Hz. Fatih kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olay­lar sığdırmıştır ki bir mü'min bunu mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad eden vaadinde ve esbaba tevessül et­mede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin ne düşündüğü mü'mini alâkadar et­mez.
«Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» diyen bu büyük Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup Paşa.) tarafından azar azar verilen zehirle nail olmuş, bu­günkü Gebze kazası civarında terki can ettikte, düşmanları­nın şükür ayinlerine, bayram yapmalarına ondan kurtulma­larına sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan kaldığı yer­den vazifeyi götürecek bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî 887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı nefesini sonuncusunu verdiği günde.

Muhterem okuyucu, Hz. Fatih'in devir ve şahsiyyetini ver­meye çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz. Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine bizleri de ilhak eylesin.

Adaların Fethi - Nedir Ödev İndir

Adaların Fethi
Adaların fethine Edirne'nin yegâne iskelesi olan Aynos is­kelesini almakla başlandı. Arkasından Limni, Midili donan­mayı hümayhuna boyun eğmişti. Rodos iyice sıkıştırılmış ve İstanköye asker çıkarılmıştı. Arkasından İmroz, Taşoz feth olunmuş idi. Bu suretle Rumeli sahilindeki adalar zapt olun­muş oldu. Bu sırada Midilli adası halkının büyük bir bölümü İstanbul'a nakil olundu.


Sadaretten azledilen Mahmud Paşa kaptanı deryalığa geti­rilmiş, bu zat tenzili makama rağmen hizmetten fütur getir­memiş, tayin buyrulduğu vazifede büyük muvaffakiyetler göstermiş, donanmayı bir güzel İslah edip intizama koymuş, yıllanmış Venedik savaş gemilerini bucak bucak kaçmaya mecbur bırakmıştı. Bu arada da Akdeniz'in en mühim adala­rından olan Girid Kıbrıs'tan sonra gelen Eğriboz adasını feth eylemişti.

Belgrad Muhasarası - Nedir Ödev İndir

Belgrad Muhasarası
Belgrad'ı almaya karar veren hazreti Fatih Sırbistan'a da­larak önüne gelen yerleri çiğneyip geçti. Muhasaralarda en önemli silâh şüphesizdir ki toptur. İstanbul'un fethinde kulla­nılan bu topların buralara taşınması çok zor olduğundan Sul­tan Hazretileri yüksek dehası sayesinde seyyar top döküm­haneleri kurdurmuş, her muhasaraya gittikte muhasara yeri­nin icabına göre toplar döktürüyor idi. Bilhassa hesaplarını kendi yaparak mucidi olduğu Havan Toplan çok önemli vazi­feler görüyordu. Burada şu durumu mutlaka belirtmeyi lü­zumlu görüyoruz:
Bilindiği gibi zamanımız Ekonomi Şeytanı ismini verebileceğimiz salgın bir hastalığın insan şuuruna yerleşip her şeyi madde açısından görmelerinden dolayı ma­nevî hayatı red veya lüzumsuzluğuna kail olanların mateessüf çok olduğu bir zamandır. Bazı görüş sahiblerİ kardeşlen­ip mİz tarihi islâmiyet'ten verdikleri misallerle; yanlış yola sap­mış ekonomi Şeytanının tuzağına düşmüşlere yol göstermek isterler. Ne var ki onlar esir oldukları maddî dünyalarından halâs olamayıp bu tavsiyeleri ve misalleri kulak arkası eder­ler. Her muhasara edilen kal'anın hususiyetine göre top dök­türen ecdadının acaba sanayii ile ekonomik bir olayın ger­çekleştirildiğini düşünebilirler mi? Belgrad kal'ası önünde 320 adet muhtelif ebat ve sistemde top döktüren Hazreti Fa­tih, İslâm milletinin yüksek vasıflarından birini ortaya koy­muş olmuyor muydu? Hâlâ harp sanayini kuralım mı, kur­mayalım mı münakaşası yapılan memleketimizde ne acip ve üzücü bir haldir bu münakaşa. Ecdadımız bu münakaşaları değil yapmak, düşman kalesi ve siperleri önünde, onlara göstere göstere harbin gerekli silâhlarını imal ediyordu. Yâ-rabbi sen bu millete izan nasib eyle, harb sanayini kurması­na vesile olacak intibahi lûtfeyle.
Çünkü atalar sözüdür: «İstersen sulhu salâh hazır ol cen­ge».
Biz gene Belgrad önlerine dönelim.
Belgrad önlerinde üçyüzyirmi adet top döktüren Sultan, kaleyi muhasaraya aldı. Ayrıca ikiyüz parça küçük gemi Tu­na nehri yoluyla Belgrad önlerine getirilmiş yarım ada şek­lindeki şehri, Tuna ve Sava nehirlerinden de muhasaraya ka­tıldılar.
Belgrad kalesi kolay alınır bir kale olmamakla beraber İs­tanbul surlarını aşmış bir ordu için her halde zor değildi. İşte bu muhasaraya böyle bakıldığından olacak ki netice iyi ol­madı. Evvelâ hedefin Belgrad kalesini almak olduğu açıkça ifşa olundu. Halbuki Belgrad kal'ası Avrupa'ya açılan bir ka­pı idi. Papalık, Osmanlı Devleti'nin maksadını öğrenince bü­tün hıristiyan dünyasını ayağa kaldırdı. Yanko Hünyad'ın ko­mutasında çok büyük bir ordu teşkil edildi. Ayrıca gayet iri kalyonlarla mücehhez bir donanma da bu ehli salip seferinde vazife aldı. Ehli salip donanması Tuna ve Sava nehri üzerin­de muhasaraya katılan donanmamıza şiddetli bir saldırda bulundular. Maalesef hâlâ denizlere hâkim olabilecek duru­ma gelememiş donanma bu savaşı kaybetti fakat gayet akıl­lıca bir davranışla gemilerini kendileri yakarak düşman eline geçmesine izin vermediler.
Donanmanın bu mağlûbiyetine rağmen muhasaraya de­vam edildi. Bir hafta sonra umumî bir hücumla şehre girildi. Ve bir kısmı işgal olundu. Lâkin şehrin öbür ucundan, Yanko Hünyad komutasındaki ehli salib ordusu da şehre girmişti. Osmanlı Ordusunun çok az bir bölümü Karaca Paşa başla­rında olduğu halde şehre girebilmişlerdi.
Şehir içine giren mücahidler ricat yolunu seçmeyip düş­mana pala savurmayı cana minnet bildiler ve başlarında sevgili paşaları Karaca Paşa olduğu halde vuruşa vuruşa şe-hidlik mertebesine vasıl oldular. Karaca Paşa'nın kale içinde kalışı, şehadetinin kesin oluşu Hazreti Padişahı çok üzdü, bü­tün tedbiri terkedip kale kapısına dört nala kaldırdığı atıyla yalın kılıç saldırdı.
Düşman içinden çok iri bir silâhşor Hazreti Padişahın üze­rine koştu. Onun hücumunu ustaca bir manevrayle savuştu­ran Sultan kılıcını öyle bir hırsla indirdi ki herifi baltanın kuru bir kötüğü ikiye yarması gibi başından aşağıya kadar ikiye ayırdı. Etraftan koşanlar padişahı tek başına kaleye hücum etmekten zor caydırabildiler. Karaca Paşa'nın şehadeti bütün azeb askerinin kuvvei maneviyyesini altüst etmişti. Onlar in­tizamsız bir şekilde dağılmaya başlayınca durumu gören Yanko Hünyad ve Yorgi hücumlarını otağı Hümayuna doğru sevk ettiler. Azeb askeri iyice dağılmış bir miktar Yeniçeri ile Kapıkulu askeri başlarında en güzel emir Hazreti Fatih oldu­ğu halde çok kanlı göğüs göğüse, kılıç kılıca bir savaş yaptı­lar. O gün savaş meydanını^ rakibsiz cengâveri Hazreti Fâtih idi. Omuz üstünde baş bırakmıyor, bir yandan da sistematik bir şekilde ordunun geri çekilmesini idare ediyordu. İşte bu sırada ayağından hafif bir yara alarak gazilik rütbesine nail oluyordu.
Bir müddet sonra altıbin kadar İslâm ordusu süvarisi savaş yerine yetişince mukavemet dengeye dönüştü. Bir müddet sonra da düşmanı ordugâhdan def etmeye muvaffak oldular. Padişah bunu bir mağlûbiyet olarak telâkki edip firar edenleri bulduğu yerde bu dünyadan da, ordusundan da terhis edi­yordu.

Ehli salip ordusu ise son derece telefat vermiş, Yanko Hünyad dahi aldığı yaraların tesiriyle bir müddet sonra bu dünyadan terki can eylemişti. Kral Yorgi ise o çoktan ölmüş­tü. Hicri 860/Milâdî 1456. Sultan Fatih bu seferden sonra kendisine çıkacağı seferin nereye olduğunu soran vezirlerine «Sakalımın bir teli bundan haberdarsa onu yolup atarım» diye cevap verdiği söylenir.

Ak Şeyhin Kerameti - Nedir Ödev İndir

Ak Şeyhin Kerameti
Kostantaniyye'nin fâtihi iki tanedir. İlki gönül fatihleridir ki, bunlar uzun yıllar evvel İstanbul'da yerleşmiş İslâm müca-hidleridir. İkincisi ise madde plânında, sebeb dünyasında ya-şayib adetullaha riayetle can verip şan alan, kan döküp kal'a alan İslâm mücahidleridir. Bu mücahidler ordusunun mânevi mimarı Ak Şemseddin Hazretleri, Sultan 2. Mehmed'İ Kos­tantaniyye'nin fethi için daima teşvik etmiş, desteklemiş ve onun ve ordusunun muvaffakiyete ulaşması için Rabi Âlâ'ya niyaz ve tazarruda bulunuyor idi. Bir gün Sultan Hazretlerinin Kutlu otağına şu haber ulaştı. Ak Şeyh, keşif yoluyla Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.)'in mihmandarı Hazreti Ebû Ey-yüb'ül Ensârî'nin kabri şeriflerini bulmuştu. Bu haber İslâm ordusunda bir müjde olarak kabul olundu. Mücahidler ordu­sunun kuvve-i mâneviyesi en yüksek dereceye vardı.


Çünkü bu kuvve-i mâneviyenin yükselmesi için sebeblerin en büyüğü bu büyük sahabinin hayatında mündemiç idi. Medine'de bir gün Kur'an-ı Kerim okurken cihadla ilgili ayetlere gelince doksan yaşındaki bu aksakallı sahabi ayağa kalkar zırhını kuşanır, kılıcını beline takar, okunu yayını alır. Ben Halifenin ordusuyla cihada gidiyorum, der Evlât ve torunları baba sen yaşlısın, o iş bizim işimiz artık, derlerse de o müba­rek sahabi vecd halinde, kimseyi dinlemez ve Halifenin ordu­suyla Beldeyi Tayyibeye cenge gelir ve burada şehadet mer­tebesine de nail olur. Bu doksan yaşından sonra cihada çı­kan sahabinin kabrinin bulunuşu fethin yakınlığının işareti ol­duğu aşikâr olduğundan, bülbülün gül dalına konması gibi, zaferin de İslâm mücahidlerinin ağuşuna gelmesinin sembolü olmuştur. Dolayısıyla kuvvei mâneviyyelerinde tezayûdüne vesile olmuştur.

Boğaz Kesen Hisarı'nın İnşaası - Nedir Ödev İndir

Boğaz Kesen Hisarı'nın İnşaası
Karamanoğlu meselesi münasebetiyle Anadolu tarafına geçmiş'plan Hazreti Padişah Bursa'dan Edirne'ye avdet ederken Kocaeli üzerinden Göksuya gelip Güzelce Hisar adıyla anılan şimdiki Anadolu Hisarının izine üstü açık mu­vakkat bir camii yaptırıp, otağını da Anadolu Hisarına hâkim bir tepeye kurdurup karşı kıyıda bir kale inşaasına başladı. Bu kalenin inşası için;

Derler ki;
Hz. Padişahın Anadolu Hisarının içine yaptırdığı muvakkat camiden sonra Otağı hümayununun Hisara hâkim bir tepeye kurdurmuş olması, Kayser'in dikkatini çeker ve elçiler gön­dererek maksatlarını öğrenmek ister. Gelen heyete Hz. Padi­şah «Kayser'e söyleyin bu sûr'un karşısına düşen yerde bir manda gönü kadar yer istiyorum, yoksa karşına çıkar oraları irademe alırım» der.
Elçiler, Kayser'in yanına dönerler ve durumu anlatırlar. Kayser «Zaten oralarda dahi hükmümüz pek sökmüyor, bari bir manda gönü (derisi) verin onun kadar bir yer onun olsun» der.
Bîr mandanın yüzülmüş derisi Sultan Hazretine gönderilir. Sultan Hazretleri; Kayser'in yolladığı bu deriyi bir saraciye ustasına verir ve iplik inceliğinde tek bir sicim yumağı haline getirmesini tenbih eder. Saraç bu deriyi sanatının en büyük ustalığını göstererek bir sırrım yumağı haline getirir ve Haz­reti Padişah takdim eder. Padişah fustalarla (küçük gemiler) karşıya geçip bu sırım yumağının yettiği kadar bir alanı çevi­rir, işaretler. Padişahın fustalarla karşı yakaya geçtiği haberi­ni alan Kayser yine elçilerini gönderir, ne yaptıklarını sordurur.
Padişah; «Bize verdiğiniz gön kadar yeri işaretliyorum», der.
Elçiler, biz size manda gönü kadar yer verdik, siz ne kadar yer işaretlemişsiniz derler.
Hazreti Padişah; «Verdiğimiz gön elimde bu hale geldi, ben de o kadar yer işaretliyorum», der.
Elçiler; bunun üzerine «Bu işi akıllarının alamadığını söy­lerler.»
Hazreti Padişah târihlere geçen şu muazzam cevabı verir.
«Bizim hakikat kıldıklarımıza, sizin hayaliniz bile ulaşa­maz.»
Hazreti Padişah askerî ehemmiyet ve denizin avantajını pek isabetle kuİanarak bugünkü Rumeli Hisar'nın inşaasina başladı ve çok kısa bir zaman olan dörtbuçuk ayda inşaatı tamamlattı. Üç büyük kuleye, her kule inşaatına nezaret eden vezirlerinin isimlerini verdi. Zağanos Paşa Kulesi, Sam­ca Paşa Kulesi, ve Çandarh Kara Halil Paşa Kulesi olarak hâ­lâ isimleri muhafaza olunur. Bu kulenin ehemmiyetini belir­ten en güzel dizelerden biri olan Enverî'nin Düsturnâmesin-den merhum Profesör Mükrimin Halil Yinanç'ın naklinden al­mayı uygun bulduk.
«Nice kal'a-i incilayin bir hisar Görmedi âlem İçinde rüzighar Hüsrevânî küp gibi çok toplar Atılır göklere andan küpler Ne gemi kaçamaz andan kelebek Kim ururlar topla geçse sinek»
Evliya Çelebi bu Boğaz Kesen Hisarına (Rumeli Hisarına) yüzbeş adet top konduğunu bildirir.

Bu Boğazkesen Hisarını tamamlatan Sultan Hazretleri maksadını verdiği isimle dahi açıklamış olmuyormuydu? BOĞAZKESEN

Anadolu Beyliklerinin İlhakı - Nedir Ödev İndir

Anadolu Beyliklerinin İlhakı
Avrupa'ya koparılamaz bir kement atan Osmanlı Müca-hidleri, buralarda yerleşebilmeleri için durmadan savaşmak zorundaydılar. Burada yapılacak savaşlar, ne Anadolu Beyle-riyle yapılan savaşlara, ne de Bizans'a göz dağı vermeye benzerdi. Avrupa ile yapılacak savaşlar çok büyük olabilece­ği gibi, aynı zamanda lojistik destek bakımından da güçlük gösterir idi. Bunu temin etmek İçinse Rumeli yakasında 10 sene sürecek bir tahkimat ve hazırlık gerekirdi. Halbuki Ana­dolu'da bulunan Karamanoğlu ve İsfendiyaroğlu'nun mevcu­diyeti, Yıldırım'ın değil 10 sene Anadolu'yu gözden uzak tut­ması 1 sene bile gözden uzak tutmasına imkan vermiyordu.
Yıldırım Bayezid Han bunu gözönüne alarak, şimdilik Ru­meli'yi rahat bırakmayı, Rumeli ile yapacağı cihada mani olan engeleri ortadan kaldırmayı plânladı. Tabii ki bu engel­ler, Karamanoğlu ile İsfendiyaroğlu idiler.
Öte yandan Rumeli'yi iyice başıboş bırakmamak için ku­mandanlarından Firuz Bey'i Tuna boylarına göndererek, ora­ları didiklemesini, ayrıca Vidin Kalesini fethederek o bölge­lerdeki politikaları dikkatle takip etmesini Firuz Bey'e tenbih etmeyi unutmamıştı. *
Kendisi, askerin büyük bir bölümüyle Anadolu'ya geçmiş­ti. Anadolu'da müstakil beylikler halinde Aydın, Saruhan, Menteşe, Germiyan, Karaman ve tsfendiyar Beylikleri hüküm sürmekteydiler.
Ne var ki o sırada vefat eden Saruhan Bey'inin eyaletini, Karesi eyaletine ilhak eden Yıldırım Bayezid, Aydın Beyliğini de ortadan kaldırmıştı. Germiyan Beyliği, bu olanlardan ür­kerek, derhal Yıldırım'ın huzuruna gelerek arz-ı sadakat et­mişse de, sadakatini gösterme fırsatı olarak kendisine Ru­meli'ne geçmesi emredilmiştir. Bu durumu dikkatle takip eden Menteşe Beyi, çoluk çocuğunu taşınabilir malının bü­yük kısmını yanına alıp, beyliğini, topraklarını Yıldırım Baye-zid'e terk etmiştir. Artık sıra Karamanoğlu'na gelmişti. Belki diğer beylikleri ortadan kaldırmaya sebeb yoktu diyen tarih­ler vardır. Şunu belirtmeliyiz ki, küffara yapılacak seferde mutlak surette geri hatların emniyeti temin olunmalıdır. Müs­takil olan bu beylikler, aşiret asabiyetiyle Osmanlıyı rahat bı­rakmazlardı. Avrupa'da savaşacak mücahidler ordusunun arkasında böyle bir kambur bırakılamazdı. Nitekim bırakıl­mamıştır da... Diğer beylikler için sebeb yoktu diyen birçok tarihler, Karamanoğlu'na gelince, zaten onun hiçbir zaman rahat durmadığını, hatta Kosova Meydan savaşında kafirlerle irtibatlı olduğunu ve münasebetlerinin bulunduğunu söyler­ler. Aslında buna da fazla itibar etmemek gerekir. Çünkü ke­sindir ki, Hüdavendigâr lakabının tecelisi olarak, Anadolu •müslümanları Kosova savaşına alaka göstermişler, hiçbir ih­tilafı konu etmeden, davayı bir hilal-salip kavgası olarak ka­bul edip, Hüdavendigâr'ın daveti şerefine seve seve koşmuş­lar, bu mücahidler ordusunun dört başı mamur bir zaferle taçlanmasına bileklerinin gücü, kalplerinin zikriyle katılmış­lardır. Biz Karamanoğlu'nun küffar ile anlaştığı yolundaki söylentileri kabul etmiyoruz. Belki Karamanoğlu içinden bir­kaç siyasetçi «mağlub olursak..» korkusuyla böyle bir muha­berata ginnişlerse, bu bütün karamanoğlu askerine teşmil edilemez. Karamanoğlu ve diğer beyliklerin ortadan kaldırıl­masının lüzumu tek maddede belidir ve bizim görüşümüze daha uygun gelmektedir. Haçlı Dünyasıyla çarpışacak İslam Mücahidleri, arkalarında post kavgası, toprak kavgası çıka­rabilecek hiçbir ihtimal bırakmama tutumunu takip etmişler, elhak doğrusunu yapmışlardır. Daha sonraki tarih safahatı göstermiştir ki, batı üzerine gidilecek seferler, daima şarktan gelen belalar yüzünden aksamıştır. Timur belâsı gibi...
Karaman üzerine gidilip Konya fetholunmuş ve Çehar şen-be Nehri hudut sayılıp ikiye bölünerek bir kısmı Osmanlı Devletine ilhak olunmuştur. H. 792/M. 139O'ı gösteriyordu tarih...
Şimdi sıra Kastamonu, Sinop ve Samsun'da hükmünü sürdüren İsfendiyaroğuları Beyliğindeydi.
Fakat Yıldırım, Ulah askerinin Tuna Nehrini geçerek Rumeli'nin bazı yerlerini tazyik ve tahrib etmeye başladığını ha­ber alınca, derhal Rumeli'ye geçti. Bu geçiş, İsfendiyaroğ-lu'nun ve Kostantiniyye üzerine yapılacak seferleri şimdilik iptal demekti.
Vİdin'i fetihle görevlendirilen Firuz Bey, vazifesini yerine getirmiş, Vidin Kalesine İslam Sancağını çektiği gibi, Üiah memleketinin de tozunu atmaya başlamıştı. Buna mukabale-i biPmisilde bulunan ülahlılar, Tuna'yı geçip evlad-ı fatihanı rahatsız etmeye başladıkları hırada, Yıldırım unvanına layık padişah Bayezid han, son sür'atle muzafferen Bükreş'e gire­rek, Ulah Bey'ini imtiyazlı bendegân olarak rnaiyyetine al­mıştır. Tarih H. 793/M. 1391 yılını gösterdiğinde Yıldırım o işi de, yıldırım hızıyla halletmiş oluyordu.
Durum Yıldırım Han'ın Rumeli'de kalmasını icab ettirirken, sür'ati hareketine istinaden Yıldırım Anadolu'ya geçerek İsfendiyar Oğlu'nun üzerine yürümüş, sonra da Sivas üzerine sefer açmıştı.
Halbuki Avrupa'nın durumu Sultanı düşündürücü bir hal almıştı. Çünkü Osmanlıların Avrupa'ya yerleştiğini gören Doğu Avrupa Aİmanyası imparatoru IV. Şarl (de Lüxem-borg)'ın oğlu Sgismund'un kumandanlığında birleşmekte idi­ler. Yani Osmanlı kuvvetinin akıntısı Avrupa sularını karıştı­rarak, küçük bir anafor meydana gelmesine sebeb oluyordu.
İşte iki ateş arasında kalmanın zamanı geliyordu. Hiç ol­mazsa dahili yangından korunmak için Anadolu birliğinin ve Bizans'ın tehlike tevlid edebilecek durumlarının izale edilme­si lâzımdı.. Yıldırım Bayezid Han, gayretlerini bunu temine hasrediyordu. Bu gailenin yanında Avrupa gailesi, ayrıca Ti­mur'un Anadolu'ya gelmesi tehlikesi pek yakın değilse de, uzak da değildi.

Sigismund, annesi tarafından miras yoluyla Prusya Duka­lığını aldığı gibi, karısı Maria'mn babası Macar Kralı Lui'nin ölümüyle Macarlar tarafından kral seçilmişti. Böyle kolaylık­la ele geçirilmiş makamlara; CIlah, Boğdan, Erdel, Bosna memleketleri de iltihak etmişti. Sigismund, aradan çok geç­meden Almanya imparatorluğu tacıyla, Bohemya krallığı taçlarını miras ve seçim yollarıyla uhdesine almıştı. Baltık deniz sahili ile Tuna sahillerine kadar olan topraklar Sigis-mund'un idaresine kalmış, sanki bir Avrupa kralı meydana çıkmıştı.

ACEMİ OĞLANI - Nedir Ödev İndir

ACEMİ OĞLANI

Acemi ocağına alınan ocak eri. Önceleri savaşta tutsak edilen çocukların beşte biri alınırdı. Zamanla bu yöntem, büyüyen imparatorluğun gereksinimini karşılayamaz oldu ve reaya çocuklarından devşirme yoluyla acemi oğlanı toplanmaya başlandı. Devşirmeler, her iki evden bir çocuk olmak üzere alınırdı. III. Murat döneminde acemi ocağına kapıkulu erlerinin çocukları alınmaya başlandı. Acemi oğlanı, acemi ocaklarının kapanmasıyla ortadan kalktı.

ACEMİ OCAĞI - Nedir Ödev İndir

ACEMİ OCAĞI

Osmanlı Devleti'nde kapıkulu ocaklarına alınacak devşirmelerin Türk - İslâm terbiyesi aldıkları ve ilk askerî eğitimlerini yaptıkları ocak. 14. yüzyılda ilk kez Gelibolu'da kuruldu. Acemi ocağına alınacak devşirmeler, önce Anadolu'da Türk ailelerinin yanlarına verilir, burada Türkçe öğrenirler, Türk-İslâm terbiyesi alırlardı. Türk ailelerinin yanında olan bu devşirmeler de acemi ocağından sayılırlardı. İstanbul'un fethinden sonra İstanbul'da da bir acemi ocağı kuruldu ve Gelibolu'daki ocak ikinci plana düştü. Acemi ocağı erleri, Türk ailelerinin yanından döndükten sonra, yaşları küçükse yeniçeri odalarında, diğerleri ise devlete ait tersane ve imalathanelerde, odun ambarlarında, inşaatlarda, buz kayıklarında, at gemilerinde çalışırlar, en değerlileri de saray hizmetine alınırdı. 17. yüzyılda isteyen herkes acemi ocağına girmeye başladı, ocak düzeni ve disiplini bozuldu. Acemi ocağına Vakai Hayriye ile son verildi (1826). (bakınız) DEVŞİRME, VAKAİ HAYRİYE

AYDINLANMA ÇAĞI - Nedir Ödev İndir


AYDINLANMA ÇAĞI

Aydınlanma kavramıyla genel olarak anlatıl­mak istenen insanın geleneksel görüşlerden, otoritelerden, bağlılıklardan, inançve önyargı­lardan aklıyla kendisini kurtarıp ve yine akla dayanarak hayatı kavramaya ve düzenlemeye çaba göstermesidir. Özel anlamında XVII. ve XVIII. yüzyıldan itibaren Batı düşüncesinde, Kilisenin teolojik ve Skolastik anlayış ve zihni­yetiyle mücadele ederek insan ve evren konu­sunda aklın bağımsızlığını ve belirleyiciliğini esas alan Öğretiye de aydınlanma adı verilir.

Aydınlanma kavramı gerçekle daha Antik Çağ'da bilinmektedir. M.ö. V. yüzyılda Yu­nan düşüncesinin ulaştığı seviyenin "Grek Ay­dınlanması" bazan da "Yunan Mucizesi" terim­leriyle İfade edildiği görülür. Buna göre Grek aydınlanmasından önceki dönemlerde Yunan düşüncesine, mitosa dayalı kozmogonik bir inanışın hakim olduğu, ancak bu inanışın etki­sinin zayıflamasıyla yeni bir düşüncenin, insa­nı tek Ölçü kabul eden akla dayalı bir düşünce­nin oluşturulduğu görülmektedir. Thalcs İle başlayan evreni ve doğayı akılla kavrama ve açıklama çabasına Sofistlerin eleştiri ve yeni düşünce ufuklarını yoklama çabaları katılır. Ayrıca geçmiş düşüncenin doğa ve evren ile sı­nırlı tutuluşu yetersiz bulunarak insan ve kül­tür sorununa dikkat çekilir. İnsan ve kültür iie ilişkili her alan spekülasyon ve metafizik ko­numdan bağımsız kendi gerçekliği İçinde tartı­şılır, açıklanır ve kavranır. Buna bağlı olarak toplum hayatı çeşitli açılardan araştırılır. Söz­gelimi devlet, toplum ve dinin ne oldukları, kaynaklan, nasıl olmaları gerektiği üzerinde tartışılırken, geleneksel tutum da bir tarafa bı­rakılır, hatta bu tutum da eleştiriye konu cdİ-lir.
Yeni Çağ Aydınlanması önce İngiltere'de or­taya çıkmış buradan Fransa'ya yönelmiştir. Üçüncü bir merkez durumunda olan Almanya'ya ise, hem İngiltere, hem de Fransa yolla­rıyla ulaşmıştır. Öte yandan Yeni Çağ Aydın­lanması merkez tuttuğu ülkelerin toplumsal-siyasal ortam ve şartlarına uygun niteliklere de bürünmüştür. Bu bakımdan Fransa'da ödünsüz bir radikalist nitelik kazanmıştır. İn­giltere'de pratik ve deneyci, Fransa'da akılcı, Almanya'da genel olarak mistik kalıcı bir biçi­me dönüşmüştür.
Yeni Çağ Aydınlanması her ne kadar XVII ve XVIII. yüzyılda ortaya çıkıp etkisini duyur-duysa da, kökleri bakımından İlk çağa kadar uzanır. Bu anlamda Yeni Çağ Aydınlanması kaynağını ilk çağda bulma yanında ruhunu da oradan dcvşirmİştİr, denebilir.
İlk önce İtalya'da kendini açığa vuran hüma­nist anlayış, Yıınan-Roma kültür birikiminin, Hıristiyanlık İle uzlaştırılması kaygusunu ikin­ci sıraya kaydıracak, bunun yerine, bu kültü­rün özgün ruhunu kavramayı amaç bilecektir. Böylece ilk Çağ Grek aydınlanması yeniden canlandırılma, uyandırılma, hayatın bütün alanlarında yeniden egemen kılınma etkinliği­ne kavuşturulmak istenecektir. XV. yüzyılda önce İtalya'da uyanan, sonra Fransa, A/man­ya, Hollanda, İspanya, Portekiz, İngiltere gibi Avrupa'nın önemli bölgelerine ulaşan bu Yu-nan-Roma ruhu, XVII-XVIIT. yüzyılda İngil­tere'den başlayarak kıta Avrupasına Aydınlan­ma düşüncesi kimliğiyle hakim olacaktır.
Aydınlanmanın bu kimliği gözönüne alındı­ğında tanımlamasını şu şekilde yapmak müm­kündür: İnsanın düşünme ve değerlendirme­de din ve geleneğe bağlı kalmaksızın kendi ak­lı ve kabiliyetleri bakımından hayatını (fert ve toplum hayatım) kavrayarak düzenlemesi, yon vermesi, kısaca aydınlatmasıdır. Kant, İçinde yaşadığı çağın mahiyetine uygun olarak Aydınlanmayı "Was İst Aufklarung?": (Aydın­lanma Nedir?) (1784) İsimli yazısında şöyle ta­nımlar: "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir crgİn-olmayış durumun­dan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır." Kanl'a göre insan aklını kullan­madığı takdirde suçlu durumuna düşmekte­dir, dolayısıyla başkalarının Önderliğinde haya­tını düzenlemeye çalışması onun aydınlanmaktan uzak kalması sonucunu doğurur. Öyleyse insan artık bizzat aklını kutlanmak durumun­dadır. İşte XV. yüzyıldan itibaren, yani Hüma­nizm ve Rönesans ile yapılan ve gerçekleştiril­meye çalışılan düşüncenin en yüksek noktası, XVII-XVIII. yüzyılda gerçekleşmiş olduğun­dan bu çağ "Aydınlanma Çağı" şeklinde tanım­lanmıştır.Böylece Aydınlanma Çağı tarihi süreç içinde bakıldığında Orta Çağdan düşünce, zihniyet, hayat anlayışı, dünya görüşü bakımlarından bütünüyle farklı bir yeniliği anlatır. Bu yenili­ğin başlangıcı olan Rönesans, aşkın olan, men­şei ve amacı bir üst-dünyada bulunan bir ha­yat düzeni ve dünya görüşünden, kaynağı ve amacı bu dünyada bulunan bir hayat düzeni ve dünya görüşüne geçiştir. Burada artık dü­şünce açısından tarihi otoritelerden bağımsız olma, dünya ve hayatı kavrama ve düzenleme­de sadece deney ve aklın sağladığı gerçeklere dayanma, düşünmede ve değerlendirmelerde özgürce davranma temel esaslardır. İşte bu esaslara dayanılarak XVII. yüzyılda bir birli­ğe, bütünlüğe, kısacası bir dünya görüşü oluş­turulmaya çalışıldığı görülecektir. Nitekim bu yüzyılda artık evrenin ve tabiatın deney ve göz­lem aracılığıyla araştırılması, ulaşılan ya da toplanılan bilgilerin matematik ve fizik dille­riyle açıklanması, felsefenin de bunu kendisi­ne örnek alması savunulacaktır. Yani doğa ile insan aklı arasında bir uygunluğun bulundu­ğu, aslında aklî bir yapıya sahip olan doğanın akıl(ratio) ile kavranacağı anlayışına sanlınır. Aynı şekilde felsefenin alanına giren Tanrı, ruh, iyi, kötü, doğru kavramlarının da akıl ile bilinebileceğine tam bir güven sergilenir. Ger­çekten bunun Descartes ve Spinoza felsefele­rinde gerçekleştirilmeye çalışıldığını söyleyebi­liriz. Descartes felsefesini, kesinlikleri İnkâr olunamayan bilgi veya düşünceler üzerine kur­mayı amaçlarken, Francİs Bacon'ın kesin bilgi­ye ulaşmada temel aldığı tümevarım yöntemi­nin aksine tümdengelimi savunuyordu. Ancak Bacon gibi Descartes da, geçmişin geride bıra­kılması gerektiğini, insanlığın geleceğinin bi­lim tarafından belirleneceğini, bilim ile teoloji­nin bu bakımdan ayrılmalarının zorunlu olduğunu ve deneyin önemini vurguluyordu.
XVIII.yüzyılda DescartesveSpinoza'nın fel­sefi sistemlerinden uzaklaşılacak, metafizik spekülasyon olarak nitelenen düşünceler şid­detle eleştirilecek, bunların yerine özellikle Hume felsefesinde "sağduyu felsefesi" (com-mon sens), gelişecektir. Kuşkusuz akla karşı beslenen güven daha da artmış olarak sürecek­tir bu yüzyılda da XVI. ve XVII. yüzyılda do­ğa üzerinde akla dayanarak gerçekleştirilen egemenlik, XVIII. yüzyılda benzer şekilde kül­tür dünyasına uygulanacaktır. Böylece XVIII. yüzyılın Aydınlanma Çağı olarak nitelendiril­me nedeni de ortaya çıkacaktır: İnsan aklı kül­türün bütün alanlarında egemen duruma gel­meli, bilginin gelişimini temel alan "entellekt ü-el bir kültür" oluşturulmalıdır. Aklın ışığına dayanan bu kültür "sonsuz bir ilerlemeyi" kap­samalıdır. İnsanın özgürlüğü, mutluluğu an­cak böylece sağlanır ve sürekli gelişim içinde olabilir. Bunun için aklın, tarih içinde oluş­muş bütün kurumları eleştirir bir tavır takın­ması gerekir ki, toplum, devlet, din, eğitim vb. yeniden aklın ilkelerine uygun bir biçimde dü­zenlenebilsin. Nihayet aklın önderliğiyle geli­şecek olan aklî kültür, insanlığın birleşeceği bir zemin oluşturmalıdır.
XVIII. Yüzyıl Aydınlanması XVII, yüzyıl­dan farklı olarak düşünceyi geniş çevrelere yaymak ve benimsetebilmek için bilimin anla­tımı yerine, çeşitli ifade türlerine başvurur; dü­şünürleri de sistematik değil, genel olarak ede­biyatçılar ve yazarlardır. Locke, Voltaire, Montesquieu, Rousseau, Hume vb. Ayrıca bunlar kendi milli dillerini kullanmaya da özen gösterirler. Düşüncelerinin yayılmasın­da, hemen her türden İletişim araçlarını kul­lanmışlar, özellikle felsefeyle iç içe olan edebi­yatın etkisiyle geniş çevrelere ulaşmaları müm­kün olabilmiştir. Felsefenin geniş çevrelere ya­yılıp eğitici ve yetiştirici görev üstlenmesi, fel­sefe sorunlarının yoğun bir şekilde tartışılma­sı bu yüzyıh Aydınlanma yanında "Felsefe yüz­yılı" olarak nitelendirmeye de götürmüştür.
Ayrıca XVIII. yüzyılın aydınlanmasında laik dünya görüşünün bilinçli bir şekilde temel alındığı da belirtilmelidir. Yine XVIII. yüzyıl
Aydınlanması aklı icmcl İlke olarak hayalın hemen bütün alanlarında bu ilkeyi hakim kıl­mayı amaçlarken, öte yandan bu hakimiydi sarsıcı tutumları da, karşıtlarım da içinde taşı­yacaktır. Nitekim Shaficsbury'nin güzellik ide­ali, Rousseau'nun duyarlığı, bu "akıl çağfna karşıt unsurlardı. Akla karşı duyulan aşırı İnanç ve güven, bizzal yüzyılın ünlü düşünürü Kant'ın akla yönelttiği eleştirilerle sarsılacak­tır. Gerçekten XIX. yüzyılda Aydınlanmanın karşısına çıkacak ve onun etkisini silmeyi amaçlayacak olan Romantizm kaynağını da bir anlamda orada bulacaktır.
ingiltere'de Aydınlanma, insan doğasını in­celemede öncülüğü üstlenen John Locke İle başlatılabilir. Locke./1/J Essay Conccming Ilıt­man ııtulerstanding: (İnsanın Anlama Yetisi Özetine Bir Deneme) (1690) adlı eserinde bil­ginin deneyden, düşünme faaliyetiyle ayıkla­nıp sınırlandırılmış duyumlardan geldiğini, in­san zihninin boş bir levha (labularasa) gibi ol­duğunu, dolayısıyla doğuştan idealarııı bulun­madığını, yaşanıldığı sürece edinilen deneyler­le bu boş levhanın doldurulduğunu ileri sür­dü. Ayrıca insanı biçimlendiren şeyin yaşanı­lan ortam okluğunu, buna bağlı olarak yaşanı­lan ortamın geliştirilmesiyle, insanın da gelişe­ceğini belirtiyordu. İngiliz Aydınlanmasının son temsilcisi olan Humc akılcı düşüncenin te­mci ilkesi kabul edilen nedensellik İlkesine kuşkuyla yaklaşırken, Locke'tan ayrı olarak her ideanın önceden bir izlenime dayanması gerektiğini belirtiyor ve deneyin temeline de İnsanın salt algılarını koyuyordu.
İngiltere'de din alanında aydinlanmacı dü­şünce beklenilen sonucu vermedi. Gerçi Ay­dınlanma düşüncesinde ortaya çıkan Deizm (Yaradancılık) İlk kez İngiltere'de yaygınlaş­ırsa da Hıristiyanlığın doğal din anlayışını en­gellediği görüşü pek taraftar bulmadı. Özellik­le Anglikan kilisesinin tutumu buna engel ol­du. Dcİznı bunun üzerine kıla Avrupasına, Fransa'ya yöneldi. İngiltere'ye sığınmadan ön­ce Hıristiyanlık karşıtı bîr akılcılığı savunan Voltaİrc; ülkesine döndüğünde Dcizmin din anlayışını dikkat çekici bir şekilde ifade etti. 1760'larda yazdığı Dictionnaire phitosophique
(Felsefe Sözlüğü)y\c din adamlarını şiddetle eleştirirken Dcizmin Tanrı anlayışını da orta­ya koydu. Ayrıca Rousscau Emil adlı eserinde Tanrıyla insan arasına giren bütün öğreti ve kuruluşları reddetmiş, Voltaire'in bu hususta­ki düşüncesiyle aynı paralelde yer almıştır.
Kısacası Aydınlanmanın din anlayışı "akıl di­ni" ya da "doğal din" olarak ortaya çıkmakta­dır. Locke, Christian Wolff gibi "Akıl" veya "doğal" din anlayışıyla Hıristiyanlığı bağdaştır­mak isteyenler de olmuştur. Buna karşılık John Toland gibi Hıristiyanlığı bütünüyle bir akıl dini haline getirmek isteyenler de olmuş­tur. O "Panlhdstikon" adlı eserinde bir "doğal din" kültürünün taslağını ortaya koyar. Vah­yin de akla uygun olmasını şart koşar.
Fransız Aydınlanmasında Voltaire'in radi­kal tutumundan daha katı bir tutumu Hıristi­yan dogmalarına karşı Denİs Diderot sergile­yecektir. Düşüncelerini Ansiklopedi 'de yayım­ladığı İçin Kilise otoritesinin sarsılmasında da­ha eıkin olmuştur. Yine Fransız maddecilerin­den d'Holbach Sysleıne ile la natııre (Doğa sis­temi) adlı eserinde Tanrı kavramını eleştire­cek ve Tanrı kavramının birtakım doğal olay­lar karşısında duyulan korkular ile bilgisizlik­ten doğduğunu ileri sürecektir.
özet olarak aydınlanma çağı, felsefede sko­lastik kavramlardan ve dogmatik tartışmalar­dan aklın belirleyiciliğine olan güvene; dinde imana dayalı bir anlayıştan salt akla dayalı bir din anlayışına; politikada monarşîk ve teokra­tik biryönetimden insanların (topluma) fayda­sına hizmet edecek bir yönelime; eğitimde di­ni bir eğilimden insanın kendi yetilerini özgür­ce geliştirebileceği bir eğitim anlayışına; Özet­le dini bir dünya görüşünden insan-yapısı ve seküler bir dünya görüşüne geçiş anlamına ge­lir. Ancak Aydınlanma'nın NVeber'İn belirttiği gibi evrensel bir hadise olmayıp çeşitli etkenle­rin Batı Avrupa'da birleşmesi sonucu ortaya çıkmış, özel bir durum olduğu ve her ulusun kendi aydınlanmasını kendisinin layin etmesi gerektiği de belirtilmelidir. Nitekim İskoç ay­dınlanması ve Rus aydınlanması böyle kendi kaynaklarına yönelerek gerçekleştirilmiş ay­dınlanmalardır. Kuşkusuz İslam ülkelerinin aydınlanması da, kendi fikri ve tarihi mirasına yeniden sahip çıkıp onu harekel noktası ola­rak almasıyla mümkün olacaktır.
İsmail KILLIOĞLU[1]

[1] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/102-105.

ACAR, Salih Kimdir? Ansiklopedik bilgi - Ödev İndir

ACAR, Salih Kimdir? Ansiklopedik bilgi


(1927 Sofya) ressam ve dekoratör. İlk ve ortaöğrenimini Sofya'da, yükseköğrenimini İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde yaptı. Aynı akademinin resim ve heykel bölümlerinde görev aldı. Yapıtlarını Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde sergileyen Acar, bir yandan da otel, tiyatro, sinema gibi yerlere süsleyici nitelikte resimler yaptı. Tablolarında en çok işlediği konu, kuşlardır. Stilize edilmiş bir üsluba sahiptir.

ACAROĞLU Türker kimdir? Ansiklopedik bilgi - Ödev İndir

ACAROĞLU Türker kimdir? Ansiklopedik bilgi

ACAROĞLU Türker (1915 Razgrad) kütüphanecilik uzmanı ve yazar. İlkokul ve ortaokulu Bulgaristan'da okudu. Türkiye'ye geldikten sonra Adana Öğretmen Okulu'nu (1937), Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdi (1940). Ayrıca Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hungaroloji Enstitüsü'nde okudu. Bir süre öğretmenlik yaptı. Türkiye'de ve Fransa'da kütüphanecilik dalında uzmanlık öğrenimi gördü. Uzun yıllar İstanbul'da basma yazı ve resimleri derleme müdürlüğü görevinde bulundu (1952-74). Bu görevinden emekliye ayrıldı. Başlıca yapıtları: "Çocuk Şiirleri Antolojisi" (derleme, 1944), "Bulgar Hikâyeleri Antolojisi" (çeviri, 1967), "Şair ve Yazarların Hayatları" (1963, 2. baskı "Şairler ve Yazarlar" adıyla, 1967), "Edebî Eserler Sözlüğü" (1965), "Türk Halk Bilgisi ve Halk Edebiyatı Üzerine Seçme Yazılar Kaynakçası" (1972), "Türk Halk Ozanları ve Destanları Kaynakçası 1928 - 1973" (1978), "Açıklamalı Atatürk Kaynakçası" (1981).

ACAR, Kuzgun Kimdir? Ansiklopedik bilgi - Ödev İndir

ACAR, Kuzgun Kimdir? Ansiklopedik bilgi

ACAR Kuzgun  (1928 İstanbul - 1976 İstanbul) heykeltıraş. Türkiye'de soyut heykelciliğin öncülerindendir. Güzel Sanatlar Akademisi'nde ve Zühtü Müridoğlu atölyesinde öğrenim gördü. 1961'de Paris Genç Sanatçılar Topluluğu'nun sergisinde birincilik ödülünü kazanarak, Paris'te bir yıllık burs aldı. Türkiye'ye döndükten sonra, yapı cephelerinde heykel süslemeleriyle uğraştı. 1975'te Mehmet Ulusoy'un sahneye koyduğu Bertolt Brecht'in "Kafkas Tebeşir Dairesi" yapıtının masklarını hazırladı. Evinde geçirdiği bir kaza sonucu öldü.

BIRINCI INÖNÜ SAVASI - Nedir Ödev İndir

BIRINCI INÖNÜ SAVASI
Büyük Yunanistan'i gerçeklestirmek amaciyla, Itilaf Devleteri'nin desteginde Izmir ve çevresini isgal etmis bulunan Yunan Ordusu, Usak'i aldiktan sonra ilerlemesini durdurmus, Gediz Saladirisi'ndan sonra buralari da ele geçirmisti.
Bu sirada Yunanistan'da iktidar degismisti. Kral Aleksandr bir maymun tarafindan isirilmis ve 1920 Ekim sonunda ölmüslü. Venizelos seçime gitmis, fakat 14 Kasim 1920'de seçimleri kralcilar kazanmisti. Tahtindan resmen feragat etmemis ve sürgünde bulunan Kral Constantin Türk-Yunan Savasi'ni devam ettirdigi takdirde Ingiliz destegini saglayabilecegini bilerek 19 Aralik'ta Atina'ya geldi. Yunan halki savastan bikmis ve Venizelos'un seçimi kaybetmesinde bunun da etkisi olmasina ragmen, Kral da "Megalo Idea" cilardan oldugu ve Ingilizleri memnun etmek için Anadolu Savasi'na devam etmeye karar verdi. Yunan Ordusu Komutani Papulos da yeni Hükümete, Türk Ordusu henüz kurulus asamasinda iken, yeterince kuvvetlenmeden bir kesif saldirisi yapilmasini teklif etti. Ethem'in ayaklanmasini yakindan izleyen Yunanlilar bu firsati kaçirmak istemediler. Türk milislerinin en kuvvetlisi Ethem ayaklanmis ve Türkler birbirleriyle savasa baslamislardi. Yunan Ordusu önce Usak Cephesi'nde sasirtici hareketlerde bulunduktan sonra 6 Ocak 1921 tarihinde, Eskisehir'i isgal etmek ve demiryolunun geçtigi bu yerleri kontrol altina almak amaciyla Inönü mevkiinde taarruza basladi.
Silah, cephane, malzeme ve araç bakimindan çok üstün bulunan Yunanlilarin 20.000 tüfek, 150 agir makinali tüfek, 50 top ve 200 süvarilerine karsilik Türk Ordusu'nun 6.000 tufek, 50 makinali tüfek, 28 top, 300 süvarisi vardi. Ethem kuvvetleri ayaklandiklari için Türk Ordusu onunlada savasiyordu. Bu sebeple Türk Ordusu Yunanlilari oyalayarak ve yer yer agir kayiplar verdirerek kademe kademe çekilme taktigi uyguladi. Yunanlilar Türk Ordusu'na ancak 9 Ocak'ta yetisebildiler. Yaklasik üç kat üstün olan Yunan Ordusu genel saldiriya geçti. Türk Ordusu'nda yer yer çözülmeler oldu. Yipranan ve kayiplar veren Yunanlilar takviye kuvvetler alarak, saldirilarini sürdürdüler. Türk Ordusu'nun geri çekilmesi gerekiyordu. Ankara'dan gelen emirde, eger Eskisehir'i korumak olanaksiz ise, ordunun Eskisehir'in dogusuna çekilebilecegi bildiriliyordu. Fakat Cephe Komutani Ismet Pasa çekilmeye gerek görmeyerek 10 Ocak gecesi Eskisehir'in batisinda savasi kabul etti. Türk Ordusu'nun her kitasina, bu cephede, "Her subay ve erin kudretinin çok üstünde çaba harcamasi, ölümü hiçe sayarak her karis topragi savunmasi ve Türk komutasinin azim ve karari karsisinda düsmanin azim ve kararinin kirilmasi." emri verilmisti. Fakat Yunan Ordusu saldiriya devam etmeyerek geri çekildi. Türk Ordusu Yunan Ordusu'nu izleyecek güçte degildi. Bu yüzden takip harekati yapilamadi. Bati cephesinde kurulan düzenli ordu, ilk sinavini büyük basariyla sonuçlandirdi. T.B.M.M.'nin Ordulari Yunanlilari ve Ethem'i yenerek büyük umut verdi. Yunanlilar ilk kez düzenli orduyla karsilastilar ve ilk yenilgiyi aldilar. Bu basari ile T.B.M.M.'nin otoritesi büyük güç kazandi. Kanun hakimiyeti ve asayis saglandi. Istiklal Mahkemeleri'ne ihtiyaç kalmadigi düsünülmeye baslandi. Halkin Ulusal Ordu'ya güveni artti. Milis kuvvetler sorunu kapandi. M. Kemal Pasa, Cephe Komutani'ni Meclis adina, bu basaridan dolayi kutladi. ismet Bey basarisindan dolayi Mirliva'liga yükseldi.
Türk Ordusu'nu mutlaka yenecegine inanan Papulas, kesif harekati yaptiklarini ve Türk Ordusu'nun gücünü ögrendiklerini söyleyerek yenilgiyi gizlemeye çalisti. Öysa taraflarin kayiplari kiyaslandiginda bunun kesif harekati olmadigi anlasilir. Eskisehir'i ve demiryolunu ele geçirmek amaciyla baslamis olan bu Yunan ilerleyisi basarisizlikla sonuçiandi. Bu yenilgi Yunan Ordusu'nda moral çöküntü yaratti.
Bu savasin dista da büyük yankilari oldu. Avrupa basini olaya genis yer verdi. Türk basarisinin önemini ve Yunanlilar'in Küçük Asya seferinin hayal kirikligi yarattigini belirtti. Sovyetler Birligi bundan sonra T.B.M.M. ve onun ordularinin gerçegini kabul etti.
Londra Konferansi
Birinci Inönü Savasi'nin kazanilmasi T.B.M.M. gerçegini Ingilizlere
de kabul ettirdi. Ingilizler isgal ettikleri Musul-Kerkük yöresinde de yerli halkin direnisiyle karsilastilar. Revandiz'de çikan ayaklanma üzerine Ingilizler burayi terk ettiler. Bu durum karsisinda Itilaf Devletleri Istanbul, Ankara ve Atina'dan gönderilecek delegelerin katilmasiyla 21 Subat 1921'de Londra'da bir konferans toplanmasina karar verdiler. 26 Ocak'da Sadrazam Tevfik Pasa'ya durumu bildirdiler. Tevfik Pasa 27 Ocak'ta M. Kemal'e durumu bildirdi. M. Kemal Pasa verdigi yanitta, Türkiye'in tek temsilcisi olarak T.B.M.M.'nin bulundugunu ve Istanbul'un, Türk Ulusu adina karar verecek yerin B.M.M oldugunu kabul etmesi ve eger Itilaf Devletleri hak ve adalet kurallarina göre bir çözüm ariyorlarya T.B.M.M.'ni dogrudan çagirmalari gerektigini bildirdi. Sadrazama yolladigi özel mektupta ise Padisah'in T.B.M.M.'ni resmen tanidigini ilan etmesini ve Istanbul'un Ankara'ya katilmasini istedi. Fakat Tevfik Pasa, Istanbul Hükümeti'nin devaminin gerekli oldugunu ve isbirligi yapilmasini önerdi.
Yazismalar bir sonuç vermemekle beraber, Tevfik Pasa, M. Kemal'e karsi yakinlik duymaya basladi. Yunanlilar'in 21 Subat 1921'de 70-80 bin kisilik bir kuvvetle saldiriya geçeceginin haber alindigini M. Kemal'e bildirdi. Ayrica M. Kemal Pasa hakkinda daha önce alinmis ölüm karari kaldirildi ve milliyetçiler için kullanilmasi yasaklanmis olan Bey ve Pasa gibi ünvanlarin yeniden kullanilmasi serbest birakildi.
M. Kemal Pasa, Itilaf Devletleri Türkiye'yi dogrudan çagirmadiklari takdirde konferansa katilmamak kararinda idi. M. Kemal'in kararli tutumu karsissinda Itilaf Devletleri, Italya araciligiyla T.B.M.M.'ni de konferansa çagirdilar. Bekir Sami Bey Baskanligindaki Türk heyeti Antalya üzerinden bir Italyan gemisiyle Brendizi'ye ve oradan da Roma'ya vardi. Heyet, Türkiye sorununda tek yetkili yerin T.B.M.M. oldugunu ve dogrudan çagirilmalari gerektigini bildiren bir nota verdi. Bunun üzerine Lloyd George, Ankara'yi konferansa çagirdi. Türk delegeleri konferansa ancak 27 Subat'ta katildilar. Ve Londra Konferansi 12 Mart 1921'de son buldu. T.B.M.M. delegesi Sevr diye birseyi tanimadigini, dolayisiyla Itilaf Devletleri'nin Sevr'in yumusatilmasi önerilerini kabul etmeyeceklerini belirtip, Misak-i Milli esaslari üzerinde görüsülebilecegini bildirdi. Fakat Itilaf Devletleri Türk gerçegini bir türlü kabul etmek istemediler. Sevr'in yumusatilmasi konusunda öneri getirdiler. Buna göre Izmir Ili güya Turkiye'ye verilecek, fakat sehirde Yunan kuvveti bulunacak asayis müttefik subaylarca saglanacak, vali hristiyan olacak ve Milletler Cemiyeti tarafindan atanacakti. Türkiye bu önerileri ulusal bagimsizlik ilkesine aykiri oldugu için kabul etmedi.
Londra Konferansi'na katilmayi kabul eden M. Kemal, Misak-i Milli'nin Itilaf Devletleri'nce kabul edilmeyecegini biliyordu. Fakat katilmakla, Türk Ulusu'nun sesini ve hakli davasini bütün dünyaya duyurmak firsati dogdu. Itilaf Devletleri T.B.M.M.'nin varligini kabul ettiler. Türkler baris istemiyorlar propogandalarina firsat verilmedi. Wilson'in 14 maddesi ilkesine uygun olarak hazirlanmis bulunan Misak-i Mili'nin Batili devletlere ve bati kamuoyuna duyurulmasi saglandi.
Londra Konferansi'ndan bir sonuç çikmadi. Zaten Yunanlilar 23 Mart 1921'den itibaren Bati Anadolu'da yeni saldiri hazirliklarina baslamislardi. Yunanlilar Türk Ordulari'ni yok etmeye güçlerinin yetecegini göstermek ve Türkleri Sevr'i kabule zorlamak için saldiri karari aldilar. Kralin, M. Kemal'in daha fazla dayanamiyacagi, genis bir orduyu besleyip, donatamiyacagi iddialarini kabul eden Lloyd George Yunan saldirisini uygun buldu. Oysa Fransiz ve italyan askeri gözlemcileri Yunan görüsünü paylasmiyorlardi. Fakat yine de Ingiliz Basbakani'ni desteklediler. Turk delegeleri daha yolda iken Yunan saldirisi basladi.
Bekir Sami Bey Londra Konferansi sürerken, Ingiliz, Fransiz, Italyan temsilcileri ile ayri ayri görüsülerek antlasmalar imzaladi (11-12 Mart 1921). Ingilizlerle esirlerin degistirilmesi üzerine antlasma yapildi. Buna ,göre Türkler, ellerinde bulunan Ingilizleri serbest birakacak, buna karsilik Ingilizler Ermenilere ve Ingiliz esirlerine zulüm ve suistimal etmemis olan Türk esirlerini iade edeceklerdi. Fransa ile yapilan antlasma geregince güney cephesinde çatismaya son verilecek, bu bölgedeki Türk kuvvetleri silahtan arindirilacak, buna karsilik bu bölgede Fransizlara bazi idari yetkiler taninacak, Diyarbakir ve Sivas sehirlerinin iktisadi kalkinmasi için Fransiz sermayesinden yararlanip Fransizlara bu yöredeki iktisadi ayricaliklar verilecekti. Buna karsilik Sevr'de belirtilen sinirlar üzerinde Türkiye lehine bazi degisiklikler yapilacakti. Italya ile yapilan antlasma ile de Italya, Izmir ve Trakya'nin Türkiye'ye geri verilmesini Konferans'ta savunacakti. Buna karsilik Italya'ya Izmir disinda, bati ve güney Anadolu sehirlerinde iktisadi ayrilaciklar verilecekti.

Bekir Sami Bey bu antlasmalari T.B.M.M. Hükümeti'nin onayini almadan imzalamisti. Türkiye'nin çikarlarina ters düsen ve ulusal bagimsizliga aykiri olan bu antlasmalari imza ettigi için Bekir Sami Bey, M. Kemal ve Meclis tarafindan sert sekilde elestirildi. Antlasmalar Meclis tarafindan onaylanmadi. Bekir Sami Bey ise baris firsatinin kaçirildigi görüsünde idi. Londra'dan döndükten sonra, M. Kemal kendisinin Disisleri Bakanligi'ndan çekilmesini istedi. Yerine, o sirada Moskova'da bulunan ve Moskova Antlasmasi'ni imzalayan Yusuf Kemal Bey geçti.

BATI CEPHESI T.B.M.M. ORDULARI'NIN TESKILATLANDIRILISI - Nedir Ödev İndir

BATI CEPHESI T.B.M.M. ORDULARI'NIN TESKILATLANDIRILISI(*)
Birinci Dünya Savasi sonunda Osmanli Imparatorlugu Mondros Ateskesi'ni imzalayarak savastan yenik çikmisti. Ateskesin hükümlerine göre Türk ordusunun silah ve cephanesi elinden aliniyor, tüm askeri kuvveti, jandarma da dahil olmak üzere 50.000 ile sinirlaniyordu. Bu durum karsisinda Osmanli Genelkurmayi ordusunun kadrolarini yeniden düzenlernek zorunda idi. Itilaf Devletleri'nin yetkilileriyle anlasan Genelkurmay orduyu 9 Kolordu ve 20 Tümen halinde örgütlemeyi kabul ettirdi. Ateskes'de birlik sayisi degil, insan sayisi sinirlandirilmasti. Osmanli Genelkurmayi bu bosluktan yararlanarak, insan sayisi az, fakat ileride mevcutlarinin arttirilmasi ile büyüyebilecek bir iskelet kurmayi tercih etti. Böylece çok sayida subay birliklerinin basinda bulunabilecek, er sayisi çok az olmakla beraber, ordunun iskeleti bulundugu için,gerekirse er sayisi arttirilabilicekti. 16 Mart 1920'de Istanbul'un resmen isgali üzerine Ankara'da B.M.M.'nin açilmasi ve Türk Devleti'nin Genelkurmayi'nin kurulmasiyla bu çalismalarin önemi kalmamakla beraber, Osmanli Genelkurmayi'nin az mevcutlu da olsa, çok sayida kolordu ve özellikle tümen, alay ve tabur kadrolarini korumasi, yani hazir bir iskelet birakmasi Türk Ulusal Ordusu'nun kurulusunda büyük yararlari oldu.
Izmir'in isgali ve Yunan ilerleyisine karsi ilk direnis bu zayif askeri birliklerin bazilarindan ve milis kuvvetlerinden geldi. Yunanlilarin karsisindaki 17. Kolordu'nun 56. Tümeni hiç karsi koymadi. Bir kismi Yunanlilarca esir ve bir kisimi da terhis edildi. Bu dagilma karsisinda Yunan ordusuna karsi kurulan Kuva-yi Milliye ise zayif askeri birlikler ve milislerden olusuyordu. Kuva-yi Milliye ruhu bir süre sonra yayilmaya basladi. Müdafaa-i Hukuk örgütleri, Kuva-yi Milliye'ye asker ve para saglamak islerini yüklendiler. Böylece Ayvalik, Salihli, Denizli'ye kadar uzanan bir çizgi üzerinde Yunanlilara karsi Kuva-yi Milliye cephesi kuruldu. M. Kemal Pasa daha Havza'da iken Kuva-yi Milliye ile dogrudan ilgilenerek, birliklere gönderdigi emirlerde, her isgal eylemine karsi, halkin silahlandirilarak karsi konulmasini bildirmisti. Kuva-yi Milliye'nin büyük kismini efelerin ve Ethem'in emrindeki kuvvetler olusturuyorlardi. Bunlarin agir silahlari olmadigi gibi merkezi bir komuta düzeni ve disiplini de yoktu. M. Kemal Pasa Sivas Kongresi sirasinda, bu kuvvetlerin örgütlenmesi geregini göz önüne alarak 9 Eylül 1919'da Ali Fuat Pasa'ya "Bati Anadolu Genel Kuva-yi Milliye Komutanligi" görevini verdi. Ancak Ali Fuat Pasa yeterince etkili olamadi. 23 Ekim'de Albay Refet Bey yöreye gönderildi ve bir rapor hazirlayarak, daha uzun süre Bati Anadolu Cephesi'nin tek komuta altina alinamayacagini bildirdi. Bu sebeple askeri, kuvvetler Albay Refet Bey'in komutasina verildi. Milis kuvvetler ise durumlarini korudular.
22 Hazirari 1920'de baslayan Yunan genel saldirisi üzerine Balikesir, Bursa düstü. B.M.M.'inde büyük tepkiler olustu ve komutanlar sorumlu tutulup ceaalandirilmalari istendi. M. Kemal Pasa komutanlarin kabahati olmadigini, emirlerinde yeterince asker, silah ve malzeme bulunmadigini, oysa Yunan Ordusu'nun Avrupa Devletleri'nce silahlandirilmis ve donatilmis oldugunu, milis kuvvetleriyle Yunan Ordusu'nun durdurulamayacagini belirterek, T.B.M.M.'ni^n gerçek anlamda bir orduya sahip olmasi gerektigini söyledi. Bunun saglanabilmesi için Kuva-yi Milliye'nin düzenli ordu haline dönüsmesi ve kismi seferberlik yapilmasi gerekiyordu. Meclis'in karari üzerine düzenli ordu kurulmasina baslandi.
Bati Cephesinde düzenli ordunun kurulusunu engelleyen iki engel vardi. Birincisi firar olaylari, ikincisi Kuva-yi Milliye örgütleri ve özellikle Ethem'in kuvvetleriydi. Birinci Dünya Savasi sonunda asker kaçagi sayisi 300.000'e ulasmisti. Savasin dogurdugu bunalim, yikim ve sefalet, yeni bir savas baslamasinda büyük engelleyici durum yaratiyordu. Buna, Padisah'in askerligi kaldirdigi propogandalari da eklenince, Anadolu'da T.B.M.M.'nin kararlarinin yürütülebilmesi çok güçlesti. Asker kaçaklari yüzünden düzenli ordu kurulmasinda büyük güçlüklerle karsilasildigi için "Firariler Hakkinda Kanun"un kabulüyle Istiklal Mahkemeleri kurulmuslardi. Ikinci engel ise Kuva-yi Mlilliye'nin düzenli ordu sekline dönüstürülmesi sirasinda Ethem'in direnmesinden çikti.
Gediz Saldirisi
Kuva-yi Milliye'nin tasfiyesiyle ilgili bir Olay da Gediz Harekati idi. Bazi komutanlar, Yunanlilarin Gediz'de bulunan kuvvetlerinin çok ilerlemis ve ana kuvvetlerinden uzaklasmis oldugu için kolay yenilebileceklerini düsünuyorlardi. Oysa M. Kemal Pasa, Yunanlilara karsi küçük, yerel saldirilar yapilmasini istemiyordu. Bu çesit saldirilar bir basari saglayamayacagi gibi, basarisizlik durumunda, ordunun ve ulusun maneviyati bozulur görüsündeydi. O'nun stratejisi daha Erzurum'da iken belirlenmisti. Dogu'da önce Ermeni cephesi tasfiye edilecek, Güney'de Fransizlarla gerilla savasi yapilip, bu cephede tasfiye edilecek ve sonunda yalniz Yunan Ordusu kalacakti. Bu tarihe kadar da Yunan Ordusu gerilla savasiyla oyalanacak ve Düzenli Ordu kurulduktan sonra da, Yunan ordusu, kesin bir saldiri ile "Anadolu'nun Harem-i Ismetinde" yok edilecekti. Bati Cephesi Komutanligi ve Kuvve-yi Seyyare Komutanligi birlikte bir saldiriyla Yunan tümenini yeneceklerini düsünerek Genelkurmay'a basvurup, saldiri izni istediler. Burada bulunan kuvvetlerin toplami 3.000 tüfek, 105 makinali tüfek, 5.000 kiliç (süvari), 52 top ve 7 uçak kadardi. Bati Cephesi Komutanligi (Ali Fuat Pasa), Ethem kuvvetleriyle birlikte iki tümeni bu saldiriya ayirdi. Genelkurmay'a bas vurarak izin istedi. Genelkurmay cephane yetersizligi sebebiyle bunu red etti Genelkurmay Baskani Ismet Bey, cepheye gidip durumu inceledi.
Bu arada Kuvve-yi Seyyare, Düzenli Ordu aleyhinde propoganda yapiyordu. "Ordudan fayda yoktur, dagilsin, hepimiz Kuva-yi Milliye olalim." sözleri halk arasinda ve Meclis'te çok etkili duruma geldi. "Bati Cephesi kitalari arasinda Kuva-yi Milliye halinde, bir bölge ve bir cephesi bulunan Ethem Bey Müfrezesi'nin erleri, adeta askeri erlere degisilir, ayricaklikli görünmeye gipta edilir durumda sayilmaya baslansdi. Ethem Bey ve kardesleri de, herkes üzerinde bir çesit nüfuz ve egemenlik sagliyorlardi."
Ethem ile anlasan Ali Fuat Pasa da milis örgütleriyle birlikte Yunanlilara saldirmalarini istiyordu. Cepheye gelen Ismet Bey ile görüstüler. Ismet Bey, yeterince egitim ve cephanesi bulunmayan ordunun yerel ve geçici bir basari için kullanilamamasini istedi ve Yunan Ordusu'nun malzeme ve insan sayisi bakimindan çok üstün oldugunu belirterek saldiri yapilmamasi için diretti. Ali Fuat Pasa saldiriyi ertelediyse de, birkaç gün sonra saldiriya karar verildigini Genelkurmay'a bildirdi. Sonunda Bati Cephesi Komutani, Kuvva-yi Seyyare ile birlikte 14 Ekim 1920'de Gediz'de bulunan Yunan kuvvetlerine saldirdi. Dalgali, disiplinsiz ve emir-komuta düzeni bozuk harekatta Türk Ordusu yenildi. Yunan Ordusu karsisinda yenilen Türk kuvvetleri geri çekildi. Gediz Saldirisi genel bir yenilgiyle sonuçlandi.
Bati Cephesi'nin Yeniden Düzenlenmesi
Ethem, kardesleri ve yandaslari Gediz Saldirisi'nin basarisizligini, ordu birliklerine yüklemek için, ordunun iyi savasmadigini ileri sürerek, ordu aleyhinde propogandaya basladilar. Oysa ordu Komutanlari ve subaylari ise, Kuvva-yi Seyyare'nin ciddi biçimde savasmadiklarini söylüyorlardi. Ordu ile Kuva-yi Seyyare (Gezici Kuvvetler) arasindaki gerginlik gittikçe artti. Ethem'in yandaslari bu kadarla da kalmadilar. Eskisehir'de subaylar aleyhinde gösteriler yaptilar. Ali Fuat Pasa duruma el koyduysa da basarili olamadi.
Ali Fuat Pasa'nin cephe üzerindeki komutanlik etki ve nüfuzunun sarsilmis oldugunu gören M. Kemal Pasa, Ali Fuat Pasa'yi acele Ankara'ya çagirarak, o sirada çok önemli olan Türk-Sovyet iliskilerini gelistirmek için Moskova Elçiligi'ne atamasina karar verdi. Ali Fuat Pasa 8 Kasim'da Ankara'ya geldi. Kendisini istasyonda karsilayan M. Kemal Pasa, Ali Fuat Pasa'yi Kuva-yi Milliye kiyafetinde görünce, Bati Cephesi'nin en kisa zamanda düzenlenmesi çalismalarini hizlandirdi. Ali Fuat Pasa Moskova Elçiligi'ne atandi.
Cephenin ikiye ayrilmasina karar veren M. Kemal Pasa Bati Cephesi diye isimlendirilen önemli olan Kuzey kismini Albay Ismet Bey'in ve Güneyini de Albay Refet Bey'in emirlerine verdi. Genelkurmay Baskanligi'na da Miili Savunma Bakani Fevzi Pasa vekalet edecekti. 9 Kasim 1920'de Bakanlar Kurulu bu dagilim kararini açikladi. Böylece Bati Cephesi'nin yeniden düzenlenmesine baslandi. Bati Cephesi kuvvetlerinin yeniden düzenlenmesine en büyük engel Ethem kuvvetleri idi.
Kuva-yi Milliye'nin Tasfiyesi
Kuva-yi Milliye'nin ne oldugundan söz etmistik. Yunan Ordusu'nun ilerleyisi karsisinda kurulan silahli direnis içinde, asker, efe, sivil halk, maceraci v.s. her çesit insan vardi. Baslangiçta, gerilla savasi için gererkli olan bu kuvvetler düsmani oyalayabiliyordu. Fakat bunlarla kesin sonuç alinamiyordu. Fakat Ethem ve kardesleri bunu kabul etmediler. Bu kuvvete dahil olanlar "Düsman ilerler, sen bir tepeden çikip bir tepeye gidersin, ugrasirsin. Bu is böyle devam eder gider, sonunda düsman usanir ve baris yapma imkani hasil olur." görüsundeydiler. 16 Mayis 1920'de çikan bir kararla Kuva-yi Milliye 'nin, bütün yiyecek ve cephane ihtiyaçlari Milli Savunma Bakanligi'nca karsilanmak üzere, düzenli orduya baglanmasi karari alindi. 22 Haziran tarihli Yunan saldirisindan sonra da Kuva-yi Milliye'nin büyük bir kismi (Çolak Ibrahim Müfrezesi, 3. Süvari Tümeni'ne; Sari Efe Müfrezesi 33. Süvari Alayi'na Gökbayrak Müfrezesi 61. Piyade Alayi'na) düzenli birlikler haline getirildi, Ordunun subay ihtiyaci için de 1 Temmuz 1920'de subay yetistirme merkezleri kuruldu.
Demirci Mehmet Efe'nin Ayaklanmasi (1-30 Aralik 1920)
Kuva-yi Milliye'nin önemli bir kismi düzenli ordu haline getirilirken, iki engel kaldi. Birincisi Ethem kuvvetleri, ikincisi ise Demirci Mehmet Efe kuvvetleriydi. Gediz saldirisindaki basarisizlik üzerine M. Kemal Pasa, düzenli ordunun kurulmasi çalismalarini hizlandirip, 9 Kasim'da Cephe ikiye ayrilip, Güney kismina Albay Refet Bey ataninca, Demirci Mehmet Efe'nin de Refet Bey'in emrine girmesi gerekiyordu. Refet Bey, 22-23 Kasim'da Isparta'da bulunan Mehmet Efe'yi merkezi Konya'da bulunan Atli Takip Kuvvetleri Komutanligi'na atayarak ordu birlikleri arasinda hizmete girmesini istedi. Bundan sonra dogruca Güney Cephesi Komutanligi emrine girecek olan Efe, baska makamlarla yazisamiyacakti. Emrindeki kuvvetlerden yaslari uygun olanlar ve geçmiste suç islememis olanlardan 300 kisilik bir süvari alayi kurularak, geri kalanlar silahlariyla birlikte ikmal eri olarak 57. Tümen emrine verilecek, çag disi olanlarla suç islemis olanlar terhis edileceklerdi. Efe baslangiçta bu emri kabul ettiyse de, sonradan Ethem'in kiskirtmalarina kapildi. Ethem Yörük Ali ve Demirci Mehmet Efe'ye mektup göndererek, adamlarina 40'ar lira maas vaadiyle, onlari Afyon ve Konya üzerine yurümesi için tahrik etti. Isparta yöresinde keyfi bir yönetim kurmus bulunan Mehmet Efe, bundan sonra kuvvetlerini bir araya topladi ve Güney Cephesi Komutanligi'nin isteklerine uymadi. Refet Bey ayni tarihlerde Ethem'in de ayaklanma durumunda olmasi karsisinda, Mehmet Efe'ye karsi ayri bir harekat yapmayi planladi. Demirci Mehmet Efe'nin, Ethem'in M. Kemal Pasa'yi devirmek istedigini Refet Bey'e bildirmesi üzerine, ikisinin haberlestigine kesin kanaat getiren Refet Bey, M. Kemal Pasa'nin da Demirci Mehmet Efe'nin ortadan kaldirilmasi için kendi görüsünü uygun bulmasi üzerine, Mehmet Efe üzerine kuvvet gönderdi. Efe direnmeden çekildi. 18 Aralik'a kadar 700 çeteci yakalandi. Refet Bey 25 Aralik'da bastirma harekatini bitirdi. Ethem'le birlesmesinden endise edilen Efe, af edilerek siginmasi istendi. Efe de 30 Aralik 1920'de emrindekilerle birlikte teslim oldu.
Ethem'in Ayaklanmasi
1880'de Bandirma'da dogan Ethem, Çerkez Beylerinden Ali Bey'in oglu idi. Agabeyleri Tevfik ve Resit subaydilar. Babasi kendisinin asker olmasini istemedigi için kaçip orduya katildi ve çavus , daha sonra astegmen oldu. Mondros Ateskesi'nden sonra Izmir Valisi Rahmi Bey'in oglunu kaçirip 50.000 lira kurtarma parasi âlinca meshur oldu. Rauf Bey'in tesvikiyle Yunanlilara karsi silahli direnise geçti. Salihli yöresinin hakimi durumuna geldi.
Kuva-yi Milliye'ye dahil olan Ethem kuvvetleri giderek çogaldi. Bu kuvvetler, mahpus, soyguncu, asker kaçaklari, birliklere zorla yazilan, suça istirak ettirilen, yagma hevesiyle katilanlardan olusuyordu. Ayrica Ethem, erlerine ve komutanlarina maas veriyordu. Bir yerde ayaklanma bastirmaya giden Ethem buradan zorla para ve insan toplayarak kuvvetlerini çogaltiyordu. Iç ayaklanmalar karsisinda B.M.M. çaresiz kalinca, Ethem, Anzavur, Düzce, Bolu, Yozgat ayaklanmalarinin bastirllmasinda büyük yararliliklarda bulundu ve söhreti yayildi. Yozgat ayaklanmasini bastirmaya giderken, Ankara'da M. Kemal ve Fevzi Pasalara karsi sert ve saygisiz bir tavir takindi. Hatta Yozgat ayaklanmasini bastirdiktan sonra, M. Kemal'e valinin teslimine engel oldugu için kizip, "Ankara'ya geldigimde M. Kemal'i Meclis kapisina asacagim." diyecek kadar,kendini büyük görmeye basladi. Yozgat'tan dönüste, Ankara istasyonundaki oturdugu yerde M. Kemal'in odasina adeta baskin biçiminde girerek, çok tehlikeli duruma yol açti. Askeri birliklerin bina disinda önlem almalari üzerine olay çikmadi.
Ethem yandaslarinin Meclis içinde ve disinda Düzenli Ordu aleyhindeki propogandalari çogaldi. Gediz yenilgisinden sonra M. Kemal Pasa'nin düzenli ordu kurulmasini hizlandirmak için Ismet Bey'i Cephe Komutanligi'na atamasi Ethem ve kardesleri tarafindan begenilmedi. Ali Fuat Pasa'nin Moskova'ya elçi olarak atanmasi üzerine, M. Kemal'in diktatör olacagi dedikodulari yayildi.Ethem ve kardesleri Kuva-yi Seyyare'nin Düzenli Ordu birliklerine katilmasini kabul etmiyorlardi. Tevfik Bey, Ismet Bey'e yolladigi yazida "Kuva-yi Seyyare ne bir tümen, ne de muntazam bir kuvvet haline getirilemez. Kuva-yi Seyyare'nin gelisi güzel idare edilmesi lazimdir." sözleriyle açikça belirtti. Diger yandan M. Kemal'e çektigi telgrafla da, Ismet Bey'in Cephe Komutanligini idare edemeyecegini ileri sürerek, bundan böyle kendisini komutan tanimayacagini bildirdi. Ethem ve kardesleri, Düzenli Ordu'nun degil emrine girmeyi kabul etmek, düzenli ordunun varligina bile karsiydilar. Subay düsmanligi propogandalari açikça ortaya Çikmisti. Kaldi ki Ethem kuvvetleri Yesil Ordu'ya katilmayi da kabul etmislerdi. Tevfik Bey cephede gerekli kuvvet toplarken, Ethem ve Resit Beyler de Ankara'da siyasi ortam hazirliyorlardi. M. Kemal Pasa, Ethem ve kardeslerini ikna etmek için bütün iyi niyetiyle çalisti. Bakanlar Kurulu, Meclis'ten bazilarinin ve Resit Bey'in de katildigi bir toplanti yapti. Bu toplantida M. Kemal, anlsmazligi çözmek ve düsman ordularinin ülkeyi isgal ettigi bir sirada bir iç çatismaya meydan vermemek ve uzlasma saglamak için su konusmayi yapti:
"Hakikat sudur ki, önümüzde yenilip mutlaka denize dökülmesi gereken bir Yunan Ordusu vardir. Bu büyük neticeyi alabilmek için ise, büyük, ciddi ve kati tedbirlere gereksinim vardir, benim askerligime itimat buyurursaniz ki arkadaslarimin bu güveni saklamayacaklarini zannederim, bu büyük is ancak muntazam, bir ucundan öbür ucuna ve en büyük kütlesinden son erine kadar disiplinli mükemmel bir ordu ile basarilabilir. Bati ordusunda bir süreden beri baslanilan çalisma, iste bizi bu gayeye götürmeyi amaç edinen gayret ve himmetlerden tesekkül ve terekküp etmis bulunuyor. Amaç bundan ibaret olduguna göre Kuva-yi Seyyare basinda bulunan arkadaslarimin da bu gerçegi anlamalari, onu sadece takdir ve teslim etmeleri gereklidir. Bu takdir ve teslim yapildiktan sonra ortada hallolunulmayacak sorun kalmaz."
Fakat Resit Bey, M. Kemal'in hala düzenli ordular kurmak için bos hülyalar pesinde kosan birisi oldugunu söyledi. Tartismalar Resit Bey'in uyusmaz davranislariyla sonuçsuz kaldi. Fakat M. Kemal yine de son sözü söylemeden önce uzlasma yollarini zorladi. Ethem'i ikna ederek Resit Bey ile birlikte Eskisehir'e Ismet Bey'le görüsmeye gittiler. Fakat Ethem Bey Eskisehir'de ortadan kayboldu. M. Kemal Pasa Ethem'i sorunca, Resit Bey; "Ethem Bey bu dakikada kuvvetterinin basindadir." yanitini verdi. Resit Bey'in bu tehdit dolu sözleri karsisinda M. Kemal'in tutumu degisti ve, "Bu dakikaya kadar sizinle eski bir ardasiniz slfatiyla ve sizin lehinizde bir sonuca ulasmak samimi duygusuyla görüsüyordum. Bu dakikadan itibaren arkadaslik ve özele ait durumum sona ermistir. Simdi karsinizda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümeti'nin Reisi bulunmaktadir. Devlet Reisi sifatiyla, Bati Cephesi Kumandani'na durum neyi gerektiriyorsa, yetkilerini kullanmayi emrediyorum." diyerek Ismet Bey'e gereken emri verdi.
M. Kemal bu arada 5 Aralik 1920'de Bilecik Istasyonu'nda Istanbul Hükümeti'nin temsilcileri Izzet ve Salih Pasalarla bulustu. Çok resmi bir hava içinde geçen bu toplantida, Istanbul temsilcilerinin, vatanin durumundan yeterince bilgileri olmadigini anlayinca, onlari zorla Ankara'ya götürdü. Ethem ise bu sirada Padisah'a baglilik bildiren bir telgraf çekti.
Bakanlar Kurulu'nun 22 Aralik 1920 tarihli toplantisinda Ethem'le anlasabilmek için kendisine arabulucu gönderilmesine karar verildi. Fakat Ethem, kuvvetlerini düsman cephesine karsi degil, ulusal orduya karsi düzene koymaya ve saldiri hazirliklarina basladi. Görüsmeye gelen heyete ise birçok komutanin yerlerinden alinmasini sart kostu. Artik Ethem, T.B.M.M.'nin emir ve kararlarini dinlemiyordu. Bunun üzerine 27 Aralik'ta gereken önlemler arttirildi. M. Kemal Pasa 29 Aralik'ta Meclis'in gizli bir oturumunda Ethem'in ayaklandigini ayrintili bir biçimde anlatti. Ethem'in ihaneti kabul edilmekle beraber yine de kardes kani dökülmemesi ve düsmana firsat yaratilmamasi için bir kez daha Ethem'le anlasma olanagi aramaya karar verildi. Fakat Ethem uzlasmaya yanasmadi. 2 Ocak 192l tarihinde Bakanlar Kurulu, Ethem ve kardeslerine, komutadan çekilirlerse af edileceklerini bildirdi. Fakat Ethem 3 Ocak 1921'de Yunanlilarla anlasmak için bir adamini yolladi. Arkadan da Resit Bey Yunan Ordusu'na gitti. 7 Ocak'ta da Yunanlilarla protokol imzaladi. Artik Ethem ayaklanmisti. Ethem olayini yakindan izleyen Yunanlilar 6 Ocak 1921'de Inönü Cephesi'nden taarruza geçince Ismet Bey ve Refet Bey Yunan saldirisina karsi koymak için Ethem'e karsi 1 Ocak 1921'de baslamis olan harekata ara verdiler.

Ethem kuvvetlerinin ihaneti ve Yunan saldirisi iç içe girmis bir durum aldi. Yunan Ordusu'nun saldirisi üzerine Ethem de Ulusal Ordu'ya saldirdi. 8 Ocak'ta Meclis'te savas durumunu açiklayan M. Kemal Pasa, "Ethem, Tevfik ve Resit Beyler." diye konusunca, bir miletvekili "Hain deyiniz." uyarisinda bulundu. Ethem kuvvetleri 13 Ocak'a kadar saldirilarini sürdürdüler. 17 Ocak'ta da Yunanlilara sigindilar. Emrindeki askeri birlikler Ulusal Ordu'ya sigindigi için, Yunanlilarin yanina 725 kisi gitti. Ankara Istiklal Mahkemesi, Yunanlilara siginmiS bulunan Ethem ve kardeslerini vatana ihanet suçuyla yargilayarak 9 Mayis 1921'de giyaplarinda idama mahkum etti. Ayni kararla gizli Komünist Partisi kurup Hükümet'i devirmek suçuyla yargilanan da mahkum oldular.