Beklenmeyen Elçi
Bombardımanın başlamasından çok
geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje,
şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da
ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün
selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya!
Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede
karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine
iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in
eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu
aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad;
padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye
salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına
güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir
antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti.
Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb olmuştu. Hünyad'ın
adamları geldikleri otağı hümayundan kuşatma alanını gezmek izni alarak
çıktılar, dolaştılar." (Padişah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve
gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek
istemiştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları
Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların
ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunuyordu. Jüstinyani
ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukavemete devam etmekteydi.
18/nisan hücumunun verdiği hasarı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla
umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi
Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok kalabalık
bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini
gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar
sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece
karanlığından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin
üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardıkları
sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığını
hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzaklıktaki Asya
cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar kapıldıkları korkuyla
feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride duyan İmparator Kostantin,
hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa!
Müslümanları kastediyor) geriye çekildiklerinde ortalık sessizliğe
büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı
vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış
olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen
anlatmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geçmeyeceğim:
<Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa
üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı.
Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki
olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını
parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli
hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar
ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İstanbul'da bütün.ahali
sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler
duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra
ağlamaktaydı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde
etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla
bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki
hasım arasında çeşitli harp vasıtalarının kullanıldığı savaş devam
etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan
müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle
savunmalarını yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri;
şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve
sebatkârdı. Savaşa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator
bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler buldu
fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehrileri İtalyanlar
ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlardı. Üzerlerindeki zırhlar
onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili
okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz
Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının
söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş
bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu
rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün
telef olduğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak
rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sormakla,
bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir
harikulade olay vuku bulduki gerçekleşen bu olay sayesinde, İstanbul'un
sükûtunun, yâni düşmesinin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda,
insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara
durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten
in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in
etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar
caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu
akıllan durduran ve asırlardır diilerden düşmeyen vede asla düşmeyecek
olağan üstü gayretlerin neticesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri
yapan müverrihlerin beyanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan
Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle
yapmamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maskesini
indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil
yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şurada, burada duymuş
oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb
oluyorlar. Bunu önlemek herkesin üzerine düşen vazifeden diye kabul
edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz
önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146.
sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları;
İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle,
topoğrafik vaziyetini bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen)
şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu,
Kasımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uzayıp giden
Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İstanbulun gayet zayıf
olan kuvvei askeriyyesi mukayese edilemez büyüklükteki, Osmanlı
ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki
cephesini savunabilmekteydiler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü,
diğerini Marmara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına
kadar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephesiydi.
Üçüncü
cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli
salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi
zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp,
Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde
Cenevizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları
Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Galata
Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarından taa Haliç
sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağnos Paşanın hüküm ferma
olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yılı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen
dere üzerine bir köprüde kurulması ihmal edilmemişti. Böylece
birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor,
Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım
takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç
sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur
kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan
Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş
olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven
içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek rahatça vurması kabil
olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephenin irtibatıda sağlanmış olacaktı.
Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh
içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların
eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara
idi. Sultan Mehmed; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını
bildiğinden, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek
deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın
muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte taraftan;
Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bizanslılarla tatlı
tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise;
hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında,
hristiyan tarihçiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz
mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının
bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün
teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe
esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek
mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız
gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların
ittihadını önlemek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek
güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla gemileri
karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözünden, kulağından uzak
alanda altyapısını imâra başlama fırsatı bulduğudur.
Bir de
önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin
ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip
olmasından kaynaklandığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150.
sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade
bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu
harikulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin
pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne almak icâb eder. "İşte sevgili
okurlar biz burada devreye girmezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda
doğru, teemmül edildiğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz
kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, yeterli
irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman
gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ
târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya
sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip
olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında
kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu
gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi
kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar
efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin
tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı
Sarayına düşen veya pek merak eden olursa gitsin orda bahse konu
zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki
hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede
"katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı
misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir miktar gönderdiği yardımı
taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını
yanpda, mahut zincirin arka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük
zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz
zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini
temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sahil üzerinde, padişahın
mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde
bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı
donanmasının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun
bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu
tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yine mühendislerce seçilmiş
yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz
yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası
Tarihi adlı kitabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde
bulunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün
Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren
hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan
mezarlığı yerine kâim olmuş, serviler dikili bir Türk Mezarlığıdır.
"Şulomberje; Piyers'den alıntıya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz
sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu
Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve
meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür
yamacı takip ederek, Haliç sahili üzerindeki menbaiar vadisi denen yere
inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim
kışlası) yerde birbirini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol
ağzı teşkil ediyordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa
İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu
patika; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz
kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişenin bulunduğu
yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın
zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir
düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan
aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru
bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu
caddesinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e
varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ yamacı tırmanan, sonra
inen bu uzun yolu takip ederek, donanmasının gemilerini bir taraftan
diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin
karadan yürütülmek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini
de ister istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tezvir
ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir
mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi
kitabı içinde bu değerli delilleri bulundurmanın bahtiyarlığını
yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı
başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli
yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesinin üzerine
Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafındaki sûrunun Kuzey
tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar
yerleştirildi. Padişahın bundan maksadı, Galata Cenevizlilerini
korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri
taraflarda donanmanın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların
fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendirilen
bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak,
zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan gemilerini bombardıman
etmekle vazifelenmişti. Böylece gemilerin karadan nakli için yapılan
faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım;
Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her
hristiyandaki hoş olmayan tavır gibi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak
sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet
karşısında son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı.
Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin,
donanmasına galip gelmenin, intikamını almaktan başka bir şey
düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin
üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı
top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine
getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu
dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Simsiyah bir
duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar."
Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına
bakalım: "Bombardıman bir mühendisin idaresi altında uzun zaman devam
etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat
vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühendis
idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince,
taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe
ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen
gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde
buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri
Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Osmanlı
donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması
esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi
bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne
Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi
çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla
saklı tutmayı bilmişti." Demekte. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle
anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar
vermeyeceğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni
Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kısmını İstanbul limanına
geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri
birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!)
nasıl hareket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah
edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için donanmasını
şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil
uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın
bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim
sırtın boyunca devam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol,
tamamen düzeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç
dizdiler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları
zeytinyağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki
padişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne
kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak
ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman
zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar
bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görünce; onbeş kürekli,
yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular.
Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir
alay Türke mâlik olmasaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese
inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu
gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazifeye hazır
72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu
Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti."
Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle
yorumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu
harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa
eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakalarından biri olan bu
operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice
üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi
Kritivulos ise, olayı daha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur.
Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan
maksadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin
limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara
başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek
suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve
bunların tayfalarına, Boğaz sahilinden, Halic'e kadar çok çabuk,
kızaklı yollar yapmayı emretti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu
kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa
sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış
kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle
temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden
tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor buradan da aynı hızla Halic'e
doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından
tasavvurun üzerinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki
yanına İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe kerestelerden
meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu
gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne
sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını
teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu
kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve
çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil
uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak
ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline
getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik
şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine
harikulade yoldan sevk edilecek gemilerden birini çekiyor ve kızağın
yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu
kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla
çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri
küçük tonajda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çekme
ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili
okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin
etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün
icâblarından istifadeyi ve kullanma suretiyle Beşiktaş önlerinden
Dolmabahçe, Taksim tarikiyle gemileri yukarıya çekip oradan da
Kasımpaşa civarından Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük
bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder.
Gemileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rahmetler
dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun
Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve
savaş erlerinin, gemiyle yaptıkları, bu kara yolculuğunun başarı ve
zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini
fora edip, görünmez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve
de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in
zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yiğitleri levendler,
pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti,
teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış
olalım. Çalışmamızın burasında; 2001 senesi fetih haftasını
değerlendirmeye çalıştığımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı
programımızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Bakiler ve
Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gurup tam programımızı
kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben
de Radyo/Çağ dinleyenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine
tercüman olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap
okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamızı süslüyor ve şiirin,
bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırlatıyorum:
Kan Ağlıyor!
Fırtınalar
gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Târih kitapları seni
yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Hadi gel artık bu zamana gel /
* Ne yaptık? Biz sana? / Ellerimiz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz,
soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor
Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder