AFŞİN - Nedir Ödev İndir
AFŞİN (11. yüzyıl) Anadolu'nun fethiyle
görevlendirilen Büyük Selçuklu Devleti komutanlarından. Yaptığı
akınlarla Halep ve Antep bölgelerine egemen oldu. Sakarya ve Boğaziçi'ne
kadar ilerledi. Malazgirt Savaşı'na katıldı.
AFŞARLAR Kimdir Ödev İndir
AFŞARLAR
Yirmi dört Oğuz boyundan biri. Afşarlar, Oğuz göçleriyle İran, Suriye ve Anadolu'ya yayıldılar. İran'da zaman zaman önemli siyasî olaylara karıştılar. 18. yüzyılda İran tahtını ele geçiren Nadir Şah, İran Afşarlarındandır. Bugün Türkiye'de başta Sıvas, Ankara, Bolu ve Isparta dolaylarında olmak üzere pek çok Afşar (Avşar) köyü vardır.
Yirmi dört Oğuz boyundan biri. Afşarlar, Oğuz göçleriyle İran, Suriye ve Anadolu'ya yayıldılar. İran'da zaman zaman önemli siyasî olaylara karıştılar. 18. yüzyılda İran tahtını ele geçiren Nadir Şah, İran Afşarlarındandır. Bugün Türkiye'de başta Sıvas, Ankara, Bolu ve Isparta dolaylarında olmak üzere pek çok Afşar (Avşar) köyü vardır.
ADALI HALİL - Kimdir Ödev İndir
ADALI HALİL (1870 Edirne - 1927 Edirne)
Türk pehlivanı. Hocası Aliço'ydu. 20 yılı aşkın spor yaşamının 18
yılında Kırkpınar başpehlivanlığını elinde tuttu. Koca Yusuf, Kurtdereli
Mehmet gibi ünlülerle güreşti. Berlin, Londra ve Amerika'da güreşlere
katıldı. Chicago'da yaptığı bir karşılaşmada kuraldışı hareketlerine
kızdığı rakibinin kaburga kemiklerini kırdı ve seyircilerin linç
etmesinden güçlükle kurtuldu.
ADALET PARTİSİ NEDİR? Ödev İndir
ADALET PARTİSİ NEDİR? HAKKINDA BİLGİ
11 Şubat 1961'de emekli orgeneral Ragıp Gümüşpala ve arkadaşları tarafından kurulan siyasî parti. 1946-1960 yılları arasında iki büyük partiden biri olan Demokrat Parti mahkeme kararıyla kapatıldıktan sonra, 1961'de yapılan seçimlere ilk olarak katılan Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi'nden sonra ikinci sırayı aldı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin gerekli oy çoğunluğunu sağlayamaması üzerine iki parti bir koalisyon hükümeti kurdular. 1962'de bozulan koalisyondan sonra muhalefete geçen Adalet Partisi'nin ilk genel başkanı Ragıp Gümüşpala 1964'te ölünce, genel başkanlığa Süleyman Demirel getirildi. 1965'ten 1980 yılına kadar Cumhuriyet Halk Partisi'nin iktidarları dışında, ya başka partilerle koalisyon kurarak ya da tek başına iktidara gelen Adalet Partisi, 12 Eylül 1980 harekâtıyla iktidardan uzaklaştırıldı ve diğer partiler gibi kapatıldı.
11 Şubat 1961'de emekli orgeneral Ragıp Gümüşpala ve arkadaşları tarafından kurulan siyasî parti. 1946-1960 yılları arasında iki büyük partiden biri olan Demokrat Parti mahkeme kararıyla kapatıldıktan sonra, 1961'de yapılan seçimlere ilk olarak katılan Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi'nden sonra ikinci sırayı aldı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin gerekli oy çoğunluğunu sağlayamaması üzerine iki parti bir koalisyon hükümeti kurdular. 1962'de bozulan koalisyondan sonra muhalefete geçen Adalet Partisi'nin ilk genel başkanı Ragıp Gümüşpala 1964'te ölünce, genel başkanlığa Süleyman Demirel getirildi. 1965'ten 1980 yılına kadar Cumhuriyet Halk Partisi'nin iktidarları dışında, ya başka partilerle koalisyon kurarak ya da tek başına iktidara gelen Adalet Partisi, 12 Eylül 1980 harekâtıyla iktidardan uzaklaştırıldı ve diğer partiler gibi kapatıldı.
Avusturya Seferi Onuncu Sefer - Nedir Ödev İndir
Avusturya Seferi Onuncu Sefer
Kaanuni'nin onuncu seferi olan bu sefere Avusturya seferi denilir. Budin'in, Osmanlı'nın bir vilâyti haline gelmesine tahammül edemiyen Ferdinand, yeniden bir takım tedariklere girmeğe başladı.
Hazret! Padişah, tedariklerin mahiyyetini öğrenince derhal Ali Bey kumandasında Tuna'ya 370 gemi ve bol miktarda zahire gönderdi. Hakikaten bu sefer-i hümayun en mükemmel ve en intizamlı seferlerin arasında zikredilir. Edirne'den hareket eden orduyu hümayun, Bosna'ya vardığında Bâli Paşa'nın ölüm haberini aldı. Bâli Paşa'nın vefatına üzülen Sultan, onun yerine Yahya Paşazade Mehmed Paşa'yı tayin _etti: Önce Valpo şehri sonra Siklos ele geçirildi. Arkasından Gran fetih olunarak, Bûdin'e ilhak edildi.
Macaristan'ın eski krallarının gömüldükleri Stuhl-Vesen-burgh şehri de feth olundu. Sancağın idaresi Ahmed Paşaya verildi. Raküza Cumhuriyetine, Venedik Senatosuna, Fransa Kralına zafernameler gönderilmişti. Çünkü bütün Macaristan'ın, Avusturyalılar elinde olan yerleri feth olunmuş ve Macaristan bir Osmanlı eyaleti olmuştur. Peşte'ye gelen orduyu hümayun Kasım ayında Belgrad'da mücahidini mükâfatlara gark eden Sultan Hazretleri Dersaadet'e dönmeye hazırlandı. Bu esnada en sevgili şehzadesi Şehzade Mehmed Sultan'ın vefat haberi geldi. Padişah Hazretleri bu habere çok üzüldü. Ancak ne bir isyan ne de tuğyan gerekmediğini bilen bir mü'min olarak Yeniçeri mahallesi yakınlarında şimdiki Şeh-zadebaşı'nda defnini, türbe ve camiyi Mimar Sinan'a yaptırılma emrini vermişti. Bugün Mimar Sinan'ın eseri olan türbesinde ve Şehzadebaşı Camii olarak anılan bu külliye günümüz tekniğine kendini hayran bırakacak bîr âbide olarak müslümanlara hizmete devam ediyor. Hicrî 950/Milâdî 1544.
Kaanuni'nin onuncu seferi olan bu sefere Avusturya seferi denilir. Budin'in, Osmanlı'nın bir vilâyti haline gelmesine tahammül edemiyen Ferdinand, yeniden bir takım tedariklere girmeğe başladı.
Hazret! Padişah, tedariklerin mahiyyetini öğrenince derhal Ali Bey kumandasında Tuna'ya 370 gemi ve bol miktarda zahire gönderdi. Hakikaten bu sefer-i hümayun en mükemmel ve en intizamlı seferlerin arasında zikredilir. Edirne'den hareket eden orduyu hümayun, Bosna'ya vardığında Bâli Paşa'nın ölüm haberini aldı. Bâli Paşa'nın vefatına üzülen Sultan, onun yerine Yahya Paşazade Mehmed Paşa'yı tayin _etti: Önce Valpo şehri sonra Siklos ele geçirildi. Arkasından Gran fetih olunarak, Bûdin'e ilhak edildi.
Macaristan'ın eski krallarının gömüldükleri Stuhl-Vesen-burgh şehri de feth olundu. Sancağın idaresi Ahmed Paşaya verildi. Raküza Cumhuriyetine, Venedik Senatosuna, Fransa Kralına zafernameler gönderilmişti. Çünkü bütün Macaristan'ın, Avusturyalılar elinde olan yerleri feth olunmuş ve Macaristan bir Osmanlı eyaleti olmuştur. Peşte'ye gelen orduyu hümayun Kasım ayında Belgrad'da mücahidini mükâfatlara gark eden Sultan Hazretleri Dersaadet'e dönmeye hazırlandı. Bu esnada en sevgili şehzadesi Şehzade Mehmed Sultan'ın vefat haberi geldi. Padişah Hazretleri bu habere çok üzüldü. Ancak ne bir isyan ne de tuğyan gerekmediğini bilen bir mü'min olarak Yeniçeri mahallesi yakınlarında şimdiki Şeh-zadebaşı'nda defnini, türbe ve camiyi Mimar Sinan'a yaptırılma emrini vermişti. Bugün Mimar Sinan'ın eseri olan türbesinde ve Şehzadebaşı Camii olarak anılan bu külliye günümüz tekniğine kendini hayran bırakacak bîr âbide olarak müslümanlara hizmete devam ediyor. Hicrî 950/Milâdî 1544.
Bazı Mühim Vak'alar - Nedir Ödev İndir
Bazı Mühim Vak'alar
Bu bölümde bazı vak'alara satırbaşları halinde temas ederek birtakım nakiler yapmayı uygun gördük.
İstanbul çok büyük bir yangın geçirdi. Bu yangın büyük hasara yol açtı. Yangının arkasından meydana gelen salgın hastalık veba şeklinde teceli edip, bu salgında Sadrazam Ayaş Paşa dahi vebaya yakalanarak vefat etti. Sadrazamın vefatı üzerine mührü hümayun İkinci Vezir Lütfi Paşa'ya tevcih olundu. Ayaş Paşa merhum son derece muhterem bir zat olmakla 120 adet çocuğu olduğu rivayet olunur.
Şehzade Bayezid Sultan ve Cihangir Sultan'ın sünnet düğünleri, Mihrimah Sultan ile Rüstem Paşa'nın izdivaçları Haz-reti Padişahın hazır bulunmasıyla icra olunmuştu.
Bu bölümde bazı vak'alara satırbaşları halinde temas ederek birtakım nakiler yapmayı uygun gördük.
İstanbul çok büyük bir yangın geçirdi. Bu yangın büyük hasara yol açtı. Yangının arkasından meydana gelen salgın hastalık veba şeklinde teceli edip, bu salgında Sadrazam Ayaş Paşa dahi vebaya yakalanarak vefat etti. Sadrazamın vefatı üzerine mührü hümayun İkinci Vezir Lütfi Paşa'ya tevcih olundu. Ayaş Paşa merhum son derece muhterem bir zat olmakla 120 adet çocuğu olduğu rivayet olunur.
Şehzade Bayezid Sultan ve Cihangir Sultan'ın sünnet düğünleri, Mihrimah Sultan ile Rüstem Paşa'nın izdivaçları Haz-reti Padişahın hazır bulunmasıyla icra olunmuştu.
Belgrad Seferi Hümayunu - Nedir Ödev İndir
Belgrad Seferi Hümayunu
Yavuz Sultan Selim Hazretleri buyurmuştu ki: Ecdadım şimdiye kadar yapmış oldukları fütuhatı, ilâhi bir işaret almadan yapmamışlardır. Ben dahi bu işaretlere muhatap olmadan hiç bir yerin üzerine varmamışımdır. Kaanuni, babası merhum'un devleti İslâmiyye'yi doğu ve güney canibinden emniyete almış olmasının neticesi olarak ilk seferin batıya, Belgrad üzerine yapmaya karar vermişti. Genç Padişah bu sırada 26 yaşırida~5ulunuyordu. Macaristan Kralı, Padişahın tahta cûlüs merasiminden sonra tebrikte bulunmadığı vebir kaç yıldır ödemediği vergilerin ödenmesini bildirmek üzere gönderilen Behram Çavuşu idam ettirince bardağı taşıran damla kendini göstermişti. İslâm'ın adaletle, kahredici kuvveti Osmanlı sillesi bunların başına inmiş, Belgrad kalesi Osmanlı sancağına burç olmuş, Karlofça ise bu sancağın semalarında dalgalanmasına ram olmak mecburiyyetinde kalmıştı. Hicri 927/Milâdî 1521.
Yavuz Sultan Selim Hazretleri buyurmuştu ki: Ecdadım şimdiye kadar yapmış oldukları fütuhatı, ilâhi bir işaret almadan yapmamışlardır. Ben dahi bu işaretlere muhatap olmadan hiç bir yerin üzerine varmamışımdır. Kaanuni, babası merhum'un devleti İslâmiyye'yi doğu ve güney canibinden emniyete almış olmasının neticesi olarak ilk seferin batıya, Belgrad üzerine yapmaya karar vermişti. Genç Padişah bu sırada 26 yaşırida~5ulunuyordu. Macaristan Kralı, Padişahın tahta cûlüs merasiminden sonra tebrikte bulunmadığı vebir kaç yıldır ödemediği vergilerin ödenmesini bildirmek üzere gönderilen Behram Çavuşu idam ettirince bardağı taşıran damla kendini göstermişti. İslâm'ın adaletle, kahredici kuvveti Osmanlı sillesi bunların başına inmiş, Belgrad kalesi Osmanlı sancağına burç olmuş, Karlofça ise bu sancağın semalarında dalgalanmasına ram olmak mecburiyyetinde kalmıştı. Hicri 927/Milâdî 1521.
Bayezıd'ı Velı'nın Tahttan Feragati - Nedir Ödev İndir
Bayezıd'ı Velı'nın Tahttan Feragati
Babasının karşısında mağlup olan Şehzade Selim Sultan kaîmpederinin yanma iltica ettiğinde kulağını ve gözünü me-maliki Osmaniyye'nin kalbi, dünyanın övülmüş şehri İstanbul'dan ayırmıyordu. Hadim Ali Paşa'nın şahadeti, bir haydut önünde onuru kırılan Yeniçeri askerinin kendisine meylini bilen Şehzade Selim Sultan yeniden harekete geçmişti.
Bu sırada Antalya'dan hareket eden Korkud Sultan İstanbul'a gelmiş o da Hazreti Padişahı otuz senedir görmediğini firkatine dayanamadığını kendisini babasıyla görüştürmek üzere aracı olmalarını Yeniçerilerden isteyerek aralarına girme arzusunu bildirdi. Yeniçeriler kemali edeple ve büyük saygıyla kendisini misafir ettiler. Bu arada Yeniçeri Ağası da Şehzade Selim Sultan'ı İstanbul'a davet etmiş ve şehir kapısında kendisini karşılamıştı. Derhal saraya gidilip biraderi Korkud Sultan ve vüzera Padişah Hazretleri tarafından kabul olundu.
Hazreti Padişah birçok nasihatlarda bulundu ise de Şehzade Selim Sultan, pederinin kendisi lehine tahttan feragatini istedi. O sırada onbeşbin kadar Yeniçeri ve Sipahi tahtı saltanatta Şehzade Selim'i görmek istediklerini bildirince bu işin bir ihtilâle, devletin bir kan gölüne dönmesine yüksek şah-siyyetierinin razı gelmeyeceği Hazreti Padişah «Oğlum Se-lim'in lehine tahttan feragat ediyorum. Cenab-i Hak devletini müemmen, kılıcını keskin, adaletini yüksek, askerini sana mutî, hayırlı işlerinde Mevlâm yardımcın olsun» diyerek Osmanlı devletinin yeni bir dönemi1 in başladığını ilân ettiğinde tarihî zaman Hicrî 918/Milâdî 1512'yi gösteriyordu.
Babasının karşısında mağlup olan Şehzade Selim Sultan kaîmpederinin yanma iltica ettiğinde kulağını ve gözünü me-maliki Osmaniyye'nin kalbi, dünyanın övülmüş şehri İstanbul'dan ayırmıyordu. Hadim Ali Paşa'nın şahadeti, bir haydut önünde onuru kırılan Yeniçeri askerinin kendisine meylini bilen Şehzade Selim Sultan yeniden harekete geçmişti.
Bu sırada Antalya'dan hareket eden Korkud Sultan İstanbul'a gelmiş o da Hazreti Padişahı otuz senedir görmediğini firkatine dayanamadığını kendisini babasıyla görüştürmek üzere aracı olmalarını Yeniçerilerden isteyerek aralarına girme arzusunu bildirdi. Yeniçeriler kemali edeple ve büyük saygıyla kendisini misafir ettiler. Bu arada Yeniçeri Ağası da Şehzade Selim Sultan'ı İstanbul'a davet etmiş ve şehir kapısında kendisini karşılamıştı. Derhal saraya gidilip biraderi Korkud Sultan ve vüzera Padişah Hazretleri tarafından kabul olundu.
Hazreti Padişah birçok nasihatlarda bulundu ise de Şehzade Selim Sultan, pederinin kendisi lehine tahttan feragatini istedi. O sırada onbeşbin kadar Yeniçeri ve Sipahi tahtı saltanatta Şehzade Selim'i görmek istediklerini bildirince bu işin bir ihtilâle, devletin bir kan gölüne dönmesine yüksek şah-siyyetierinin razı gelmeyeceği Hazreti Padişah «Oğlum Se-lim'in lehine tahttan feragat ediyorum. Cenab-i Hak devletini müemmen, kılıcını keskin, adaletini yüksek, askerini sana mutî, hayırlı işlerinde Mevlâm yardımcın olsun» diyerek Osmanlı devletinin yeni bir dönemi1 in başladığını ilân ettiğinde tarihî zaman Hicrî 918/Milâdî 1512'yi gösteriyordu.
Bayezid-İ Velî Hazretlerinin Bürsa'yı Yıkımdan Kurtarması - Nedir Ödev İndir
Bayezid-İ Velî Hazretlerinin Bürsa'yı Yıkımdan Kurtarması
Cem Sultana yapmış oldukları yardımdan dolayı Orduyu Hümayun'un mensupları arasında, belki de bir fitne yüzünden Bursa'nın bu yardımının cezasını ödemesi eğilimli bir kıpırdanma başladı. İllâki Bursa'yı yağma edeceğiz, diye tutturuldu. Hazreti Padişah, Bursa'nın kendisine bağışlanması hususunda arzularını bir beyanname ite bildirdi. Fakat bu da bir çare olmadı. Bunun üzerine Hazreti Padişah nefer başına bin akça olmak üzere bahşiş vererek bu işi Önledi. Şimdi burda biraz duraklıyalım ve şu izahatı yapmaya çalışalım.
Okuyucularımız tarihlerden okumuşlardır ki, hele hele Maarif müfettişlerinden bir masonun tarih dersleri kitapları ortaokul ve liselerde kırk seneye yakındır okutulur. Bu tarih kitaplarında üzerinde Sofu damgasını istihfafla yerleştirdiği Ba-yezid'i Velî çok büyük bir osmanlı padişahının arkasından gelen uyuşuk, sofu, ibadetten başka bir şey yapmazdı, diyerek kırk senedir nesillere okuttular ve bu nesiller şimdi meyvelerini gözler önüne seriyor ve onları şaşırtıyor. Ne şaşırırsınız a caanim böyle ektiniz böyle biçersiniz. Dolma tüfek gibi ecdadımıza istihfaf ederseniz işte onların ruhaniyyeti asırlar ötesinden yakanıza böyle yapışırlar. Çok iyi düşünmeliyiz ki, Bursa şehrini yağma etmeyi düşünen bir ordu Sultan Fatih Hazretlerinin Bizans surlarına dayandığı ordu olduğu halde daha dünkü payitahtını nasıl yıkıp, yağmaya kalkıyor ve bu derece zaferlerin şaşırtıp şımartması bu üzülecek vakayı meydana getiriyor. Bayezid-i Velî Hz.leri bu orduyla mı Fatih Hz.lerinin bıraktığı yerden bayrağı alıp ileri yürüyebilirdi?
Nefs, insanın mutaka yenmesi icab eden bir şey olduğunu, İki Cihan serveri Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri Mekke feth olunduktan sonra meâlen şöyle işaret buyuruyorlardı: «Kü çük cihad bitti, şimdi büyük cihad başlıyor» buyurunca saha-bei kiram sordular: «Yâ resûlallah büyük cihad nedir?» Efendimiz Hazretleri (S.A.V.) buyurdu: «Nefisîerimizdir, nefisle yapılacak mücadeledir». İşte bin yıllık Bizans'ı yerle bir eden, Hadîsi Şerifle tebşir olunan ordu otuz sene içinde kendi şehrini yağma edecek hale gelmiş «Sofu» diye tarih dersi kitaplarında alaya alınan cennetmekân Bayezid-i Velî Hazretleri zor önlemişti. Yeri gelmişken şunu da anlatmayı lüzumlu görürüz:
Hazreti Fatih, fethi mübinden sonra sarayı hümayununda bir gün vakit namazlarından birinde imamette bulunurken bir kaç iftitah tekbiri alır ve her seferinde namazdan çıkıp yeniden tekbir alır (bu bir rivayete göre yediye baliğ) olunca namaza devam eder. Cemaetfe bulunan meşhur İstanbul kadısı Hızır Bey sorar: Padişahım bu bid'at neyin nesi? Büyük evliya Sultan Fatih Hazretleri cevaben:
— Hızır; Ben eskiden namaza durduğumda iftitah tekbiri alınca Kâbei Muazzama önüme gelir namazımı öylece tamamlardım. Bu namazda ancak yedinci tekbirde kâbe karşıma geldi, der.
Adaletiyle meşhur Kadı Hızır şu cevabı vermekten çekinmemiş:
— Sultanım size gurur musallat olmuş,
İşte Bizans'ı yerle bir eden ordu, Cihangiri Padişah Hazretleri Fatih ile daha nice meydanı gazalarda üstün geldiğinen böyle bir araza duçar olmuş. Neylesin Bayezid-i Velî. Onunla dünyaya ferman okuyabilsin.
Mısır'da Kayitbayın tahsis ettiği köşkten Mekke ve Medine'ye de gidip iki ay kalan Cem Sultan Osmanlı Devletinin amansız rakibi Karamanoğu Hanedanının mensubu Kasım Bey'in teşvikleriyle yine saltanat iddiası ile ortaya çıkmayı düşünmeye başlamıştı. '
Bu düşüncesini tatbike koymak kendisine oniki sene sürecek çevir ve cefa dolu kâh mahpus, kâh serbest fakat her iki halde de mahzun olacağı bir macera getirdiği gibi Devleti Aliyye'nin iki kolunu bağlayan gayet kıymetli bir rehine, Avrupa için Osmanlı'yı daima tehit edebilecekleri bir taht rabiki idi. Ne var ki bir çok tarihlerde Cem Sultan'ın oniki sene süren bu üzüntülü rehine hayatı müverrihlerin ona acımasına, dolayısıyla Bayezid-i Velî Hazretlerine zulm etti mânasına alınacak satırlarla tarihlerini doldurmuşlardır.
Bir müslüman şunu çok iyi bilir ki «Ancak müslümanlar kardeştir» fetvasınca dünyanın neresinde bir müslümanın ayağına diken battıysa, burnu kanadıysa kâmil bir mü'min onun izdırabını duymakla kalmaz, onu rahatsız eden musallatı yok etmeye çalışır. İşte bu Cem Sultan badiresinde Der-saadet'e, Avrupa'dan pek çok elçiler gelmiştir.
Fakat öyle bir elçilik heyeti gelmiştir ki; Sultan Bayezİd hazretlerinin merhamet dolu kalbini eritip, gözlerinden kanlı yaşlar akıtacak kadar üzen elçilik heyeti Endülüs Emevî Devletleri serisinden olan Beni Ahmer müslüman devletinin elçilik heyetiydi.
Tarık bin Ziyad kumandasında Hicretin 72/Milâdi 696 senesinde İspanya'ya çıkmışlar ve ilâyı kelimetullah sancağını oranın semalarında muzafferiyetle dalgalandırmaya başlamışlardı. Yediyüz seneye yakın zamandır orada yaşayan ve Avrupa'nın üzerine İslâm güneşi gibi doğan bu müslümanlar, Cem Sultan'ın iddiayı saltanat ettiği yıllarda Katolik Ferdi-nand ve İsabellâ'nın askerinin önünde sadece hayatlarını kaybetmiyorlar. Maalesef dinlerinden de ettiriliyordu. Cem Sultan, Papa Sekizinci İnnossan ile mülakatında esaretinin şikâyetlerini dile getirirken Papa'mn Hıristiyan olunuz, bütün bu çileler biter, demesiyle kendisine yapılan bu şen'i teklifi kâmil bir müslüman olarak şiddetle red ederken şöyle söylemişti: «Değil bu çilelerin bitmesi, değil Osmanlı tahtının tarafıma sunulması cihanın hükümdarlığını bana ihsan etseniz beni Şeriatı Muhammediyye yolundan ayıramazsınız», dediğinde kendisine bir şey yapmamışlardı fakat Kurtuba'da, Gırnata'da bütün İspanya'da İslâmı terki, red edenin evi ocağı söndürülüyordu. İslâm dininin ruhsatına dayanan gizli din kullanma yâni hıristiyan olmuş gibi davranıp gizli gizli İslâmı yaşamaya çalışanlar tesbit olunuyorlar ve canlı canlı ateşe atılıyorlardı. Tarihte yapılan bu uydurma mahkemelere Engizisyon adı verilmiş olup bunun çok büyük kısmı müslüman-lara tatbik edilmiştir. Biraz da yahudİler ezilmiştir. Fakat hedef tamamen müslümanlardı. Cem Sultan, Papa'mn elinde iken, Osmanlı'nın bu barbarca hareketi açıktan önlemeğe imkânı yok gibiydi. Halbuki cennetmekân Hz. Fatih, Gedik Ahmed Paşa vasıtasıyla çizmenin ucundaki Otrantoyu almakla bir tramplen temin etmişti. Fakat Cem Sultan'ın saltanat hırsı bu tramplenden istifade imkânını ortadan kaldırmıştı. O şimdi Avrupalılar için iki şeydi. Birincisi her sene Baye-zid'i Velî Hz.lerinden kırkbeş bin duka altını almak (diğer yollarla validesi ve Mısır Sultanından aldıkları başka) bir de Osmanlı'ya karşı çok yüksek bir şantaj aletiydi.
Elçilerin İspanya'y1 anlatışları Yüce Padişahı ve dinleyenleri öyle yaraladı ki, Hz. Padişah Meşhur Kemâl Reis'e filosunu hazırlayıp, derhal imdada koşmasını emr eyledi.
Cem Sultan Napoli'de Hicrî 900/Milâdî 1495 yılında vefat ederken ağabeyi Bayezid-i Velî Hazretlerine vasiyetini şöyle bildirmiştir. Beni İslâm topraklarına gömünüz, evlâd ve ayalimi yanınıza alıp himaye buyurunuz.» Cem Sultan Osmanlı Şehzadelerinin içinde en meşhurudur. Çünkü çektiği üzüntü ve cefalar Bayezid-i Velî Hazretlerine karşı kullanılmak için daima zikr olunmuştur. Allah rahmet eylesin.
Cem Sultana yapmış oldukları yardımdan dolayı Orduyu Hümayun'un mensupları arasında, belki de bir fitne yüzünden Bursa'nın bu yardımının cezasını ödemesi eğilimli bir kıpırdanma başladı. İllâki Bursa'yı yağma edeceğiz, diye tutturuldu. Hazreti Padişah, Bursa'nın kendisine bağışlanması hususunda arzularını bir beyanname ite bildirdi. Fakat bu da bir çare olmadı. Bunun üzerine Hazreti Padişah nefer başına bin akça olmak üzere bahşiş vererek bu işi Önledi. Şimdi burda biraz duraklıyalım ve şu izahatı yapmaya çalışalım.
Okuyucularımız tarihlerden okumuşlardır ki, hele hele Maarif müfettişlerinden bir masonun tarih dersleri kitapları ortaokul ve liselerde kırk seneye yakındır okutulur. Bu tarih kitaplarında üzerinde Sofu damgasını istihfafla yerleştirdiği Ba-yezid'i Velî çok büyük bir osmanlı padişahının arkasından gelen uyuşuk, sofu, ibadetten başka bir şey yapmazdı, diyerek kırk senedir nesillere okuttular ve bu nesiller şimdi meyvelerini gözler önüne seriyor ve onları şaşırtıyor. Ne şaşırırsınız a caanim böyle ektiniz böyle biçersiniz. Dolma tüfek gibi ecdadımıza istihfaf ederseniz işte onların ruhaniyyeti asırlar ötesinden yakanıza böyle yapışırlar. Çok iyi düşünmeliyiz ki, Bursa şehrini yağma etmeyi düşünen bir ordu Sultan Fatih Hazretlerinin Bizans surlarına dayandığı ordu olduğu halde daha dünkü payitahtını nasıl yıkıp, yağmaya kalkıyor ve bu derece zaferlerin şaşırtıp şımartması bu üzülecek vakayı meydana getiriyor. Bayezid-i Velî Hz.leri bu orduyla mı Fatih Hz.lerinin bıraktığı yerden bayrağı alıp ileri yürüyebilirdi?
Nefs, insanın mutaka yenmesi icab eden bir şey olduğunu, İki Cihan serveri Efendimiz (S.A.V.) Hazretleri Mekke feth olunduktan sonra meâlen şöyle işaret buyuruyorlardı: «Kü çük cihad bitti, şimdi büyük cihad başlıyor» buyurunca saha-bei kiram sordular: «Yâ resûlallah büyük cihad nedir?» Efendimiz Hazretleri (S.A.V.) buyurdu: «Nefisîerimizdir, nefisle yapılacak mücadeledir». İşte bin yıllık Bizans'ı yerle bir eden, Hadîsi Şerifle tebşir olunan ordu otuz sene içinde kendi şehrini yağma edecek hale gelmiş «Sofu» diye tarih dersi kitaplarında alaya alınan cennetmekân Bayezid-i Velî Hazretleri zor önlemişti. Yeri gelmişken şunu da anlatmayı lüzumlu görürüz:
Hazreti Fatih, fethi mübinden sonra sarayı hümayununda bir gün vakit namazlarından birinde imamette bulunurken bir kaç iftitah tekbiri alır ve her seferinde namazdan çıkıp yeniden tekbir alır (bu bir rivayete göre yediye baliğ) olunca namaza devam eder. Cemaetfe bulunan meşhur İstanbul kadısı Hızır Bey sorar: Padişahım bu bid'at neyin nesi? Büyük evliya Sultan Fatih Hazretleri cevaben:
— Hızır; Ben eskiden namaza durduğumda iftitah tekbiri alınca Kâbei Muazzama önüme gelir namazımı öylece tamamlardım. Bu namazda ancak yedinci tekbirde kâbe karşıma geldi, der.
Adaletiyle meşhur Kadı Hızır şu cevabı vermekten çekinmemiş:
— Sultanım size gurur musallat olmuş,
İşte Bizans'ı yerle bir eden ordu, Cihangiri Padişah Hazretleri Fatih ile daha nice meydanı gazalarda üstün geldiğinen böyle bir araza duçar olmuş. Neylesin Bayezid-i Velî. Onunla dünyaya ferman okuyabilsin.
Mısır'da Kayitbayın tahsis ettiği köşkten Mekke ve Medine'ye de gidip iki ay kalan Cem Sultan Osmanlı Devletinin amansız rakibi Karamanoğu Hanedanının mensubu Kasım Bey'in teşvikleriyle yine saltanat iddiası ile ortaya çıkmayı düşünmeye başlamıştı. '
Bu düşüncesini tatbike koymak kendisine oniki sene sürecek çevir ve cefa dolu kâh mahpus, kâh serbest fakat her iki halde de mahzun olacağı bir macera getirdiği gibi Devleti Aliyye'nin iki kolunu bağlayan gayet kıymetli bir rehine, Avrupa için Osmanlı'yı daima tehit edebilecekleri bir taht rabiki idi. Ne var ki bir çok tarihlerde Cem Sultan'ın oniki sene süren bu üzüntülü rehine hayatı müverrihlerin ona acımasına, dolayısıyla Bayezid-i Velî Hazretlerine zulm etti mânasına alınacak satırlarla tarihlerini doldurmuşlardır.
Bir müslüman şunu çok iyi bilir ki «Ancak müslümanlar kardeştir» fetvasınca dünyanın neresinde bir müslümanın ayağına diken battıysa, burnu kanadıysa kâmil bir mü'min onun izdırabını duymakla kalmaz, onu rahatsız eden musallatı yok etmeye çalışır. İşte bu Cem Sultan badiresinde Der-saadet'e, Avrupa'dan pek çok elçiler gelmiştir.
Fakat öyle bir elçilik heyeti gelmiştir ki; Sultan Bayezİd hazretlerinin merhamet dolu kalbini eritip, gözlerinden kanlı yaşlar akıtacak kadar üzen elçilik heyeti Endülüs Emevî Devletleri serisinden olan Beni Ahmer müslüman devletinin elçilik heyetiydi.
Tarık bin Ziyad kumandasında Hicretin 72/Milâdi 696 senesinde İspanya'ya çıkmışlar ve ilâyı kelimetullah sancağını oranın semalarında muzafferiyetle dalgalandırmaya başlamışlardı. Yediyüz seneye yakın zamandır orada yaşayan ve Avrupa'nın üzerine İslâm güneşi gibi doğan bu müslümanlar, Cem Sultan'ın iddiayı saltanat ettiği yıllarda Katolik Ferdi-nand ve İsabellâ'nın askerinin önünde sadece hayatlarını kaybetmiyorlar. Maalesef dinlerinden de ettiriliyordu. Cem Sultan, Papa Sekizinci İnnossan ile mülakatında esaretinin şikâyetlerini dile getirirken Papa'mn Hıristiyan olunuz, bütün bu çileler biter, demesiyle kendisine yapılan bu şen'i teklifi kâmil bir müslüman olarak şiddetle red ederken şöyle söylemişti: «Değil bu çilelerin bitmesi, değil Osmanlı tahtının tarafıma sunulması cihanın hükümdarlığını bana ihsan etseniz beni Şeriatı Muhammediyye yolundan ayıramazsınız», dediğinde kendisine bir şey yapmamışlardı fakat Kurtuba'da, Gırnata'da bütün İspanya'da İslâmı terki, red edenin evi ocağı söndürülüyordu. İslâm dininin ruhsatına dayanan gizli din kullanma yâni hıristiyan olmuş gibi davranıp gizli gizli İslâmı yaşamaya çalışanlar tesbit olunuyorlar ve canlı canlı ateşe atılıyorlardı. Tarihte yapılan bu uydurma mahkemelere Engizisyon adı verilmiş olup bunun çok büyük kısmı müslüman-lara tatbik edilmiştir. Biraz da yahudİler ezilmiştir. Fakat hedef tamamen müslümanlardı. Cem Sultan, Papa'mn elinde iken, Osmanlı'nın bu barbarca hareketi açıktan önlemeğe imkânı yok gibiydi. Halbuki cennetmekân Hz. Fatih, Gedik Ahmed Paşa vasıtasıyla çizmenin ucundaki Otrantoyu almakla bir tramplen temin etmişti. Fakat Cem Sultan'ın saltanat hırsı bu tramplenden istifade imkânını ortadan kaldırmıştı. O şimdi Avrupalılar için iki şeydi. Birincisi her sene Baye-zid'i Velî Hz.lerinden kırkbeş bin duka altını almak (diğer yollarla validesi ve Mısır Sultanından aldıkları başka) bir de Osmanlı'ya karşı çok yüksek bir şantaj aletiydi.
Elçilerin İspanya'y1 anlatışları Yüce Padişahı ve dinleyenleri öyle yaraladı ki, Hz. Padişah Meşhur Kemâl Reis'e filosunu hazırlayıp, derhal imdada koşmasını emr eyledi.
Cem Sultan Napoli'de Hicrî 900/Milâdî 1495 yılında vefat ederken ağabeyi Bayezid-i Velî Hazretlerine vasiyetini şöyle bildirmiştir. Beni İslâm topraklarına gömünüz, evlâd ve ayalimi yanınıza alıp himaye buyurunuz.» Cem Sultan Osmanlı Şehzadelerinin içinde en meşhurudur. Çünkü çektiği üzüntü ve cefalar Bayezid-i Velî Hazretlerine karşı kullanılmak için daima zikr olunmuştur. Allah rahmet eylesin.
Beklenmeyen Elçi - Nedir Ödev İndir
Beklenmeyen Elçi
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb olmuştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan kuşatma alanını gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padişah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek istemiştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunuyordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukavemete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasarı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlığından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardıkları sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığını hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzaklıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar kapıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride duyan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekildiklerinde ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen anlatmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geçmeyeceğim: <Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İstanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtalarının kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmalarını yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Savaşa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler buldu fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehrileri İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlardı. Üzerlerindeki zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef olduğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sormakla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekleşen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesinin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düşmeyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neticesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin beyanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yapmamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maskesini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şurada, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek herkesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyetini bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Kasımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uzayıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İstanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edilemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmekteydiler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Marmara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına kadar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephesiydi.
Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp, Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cenevizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Galata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarından taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağnos Paşanın hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yılı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine bir köprüde kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek rahatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephenin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Mehmed; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğinden, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte taraftan; Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bizanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarihçiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önlemek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla gemileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözünden, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsatı bulduğudur.
Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklandığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu harikulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne almak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada devreye girmezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edildiğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, yeterli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek merak eden olursa gitsin orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede "katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir miktar gönderdiği yardımı taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut zincirin arka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sahil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı donanmasının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yine mühendislerce seçilmiş yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı kitabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bulunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, serviler dikili bir Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntıya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üzerindeki menbaiar vadisi denen yere inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası) yerde birbirini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil ediyordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu patika; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişenin bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu caddesinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ yamacı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, donanmasının gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin karadan yürütülmek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini de ister istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tezvir ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu değerli delilleri bulundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesinin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafındaki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan maksadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donanmanın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendirilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan gemilerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemilerin karadan nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gibi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısında son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin, intikamını almaktan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Simsiyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühendisin idaresi altında uzun zaman devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühendis idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Osmanlı donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti." Demekte. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyeceğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kısmını İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hareket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için donanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca devam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen düzeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdiler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytinyağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki padişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görünce; onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik olmasaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazifeye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yorumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakalarından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı daha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan maksadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahilinden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı emretti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor buradan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üzerinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanına İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe kerestelerden meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemilerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük tonajda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çekme ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullanma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tarikiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarından Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Gemileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rahmetler dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkları, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görünmez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yiğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın burasında; 2001 senesi fetih haftasını değerlendirmeye çalıştığımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı programımızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Bakiler ve Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gurup tam programımızı kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ dinleyenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercüman olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamızı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırlatıyorum:
Kan Ağlıyor!
Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Târih kitapları seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Hadi gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz sana? / Ellerimiz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb olmuştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan kuşatma alanını gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padişah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek istemiştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunuyordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukavemete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasarı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlığından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardıkları sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığını hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzaklıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar kapıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride duyan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekildiklerinde ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen anlatmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geçmeyeceğim: <Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İstanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtalarının kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmalarını yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Savaşa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler buldu fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehrileri İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlardı. Üzerlerindeki zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef olduğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sormakla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekleşen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesinin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düşmeyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neticesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin beyanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yapmamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maskesini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şurada, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek herkesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyetini bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Kasımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uzayıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İstanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edilemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmekteydiler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Marmara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına kadar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephesiydi.
Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp, Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cenevizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Galata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarından taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağnos Paşanın hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yılı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine bir köprüde kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek rahatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephenin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Mehmed; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğinden, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte taraftan; Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bizanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarihçiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önlemek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla gemileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözünden, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsatı bulduğudur.
Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklandığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu harikulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne almak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada devreye girmezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edildiğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, yeterli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek merak eden olursa gitsin orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede "katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir miktar gönderdiği yardımı taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut zincirin arka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sahil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı donanmasının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yine mühendislerce seçilmiş yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı kitabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bulunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, serviler dikili bir Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntıya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üzerindeki menbaiar vadisi denen yere inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası) yerde birbirini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil ediyordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu patika; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişenin bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu caddesinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ yamacı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, donanmasının gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin karadan yürütülmek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini de ister istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tezvir ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu değerli delilleri bulundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesinin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafındaki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan maksadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donanmanın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendirilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan gemilerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemilerin karadan nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gibi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısında son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin, intikamını almaktan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Simsiyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühendisin idaresi altında uzun zaman devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühendis idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Osmanlı donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti." Demekte. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyeceğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kısmını İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hareket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için donanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca devam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen düzeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdiler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytinyağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki padişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görünce; onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik olmasaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazifeye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yorumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakalarından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı daha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan maksadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahilinden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı emretti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor buradan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üzerinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanına İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe kerestelerden meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemilerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük tonajda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çekme ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullanma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tarikiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarından Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Gemileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rahmetler dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkları, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görünmez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yiğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın burasında; 2001 senesi fetih haftasını değerlendirmeye çalıştığımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı programımızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Bakiler ve Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gurup tam programımızı kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ dinleyenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercüman olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamızı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırlatıyorum:
Kan Ağlıyor!
Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Târih kitapları seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Hadi gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz sana? / Ellerimiz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001
Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli - Nedir Ödev İndir
Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli
Avrupa milletleri arasında muntazam durumda görülen devletin bulunduğunu ileri sürmek pek güçtür. Çünkü devam etmekte olan ve târih de yüz sene savaşları diye şöhret bul-muş harpler sürmekteydi. Almanya ve İtalya 1201 İlâ 1301 yılları, gelip geçerken siyasi birlik sergileyecek durumda olmayan haldeydiler. Bu İki ülkenin bahse konu namlı savaşın tabii neticesi olarak dagerek italya, gerekse Almanya bir harabe hâlini almış durumdaydı. *
Fransa ve İngiltere birer krallık olarak yüzyıl savaşlarının en ziyade yıprattığı devlet halindeydiler. Akdeniz'e yakın İspanya sekiz asırdır Endülüs Emevileri adıyla topraklarında avrupaya medeniyet ışıklan saçmış müslümanları, topraklarından atabilmek için, yine müslümanlann tevaifül mülük, devletin parçalanmasından beyliklere inkısam olmasının hatası yüzünden İspanya mücadeleye başlamıştı ve hâlâ aşılamayan jenosit ve barbarlığın örneğini, din adına gösteriyor ve akıllı hristiyanlarca, <bÖyle din olmaz> diyenlerinin sayısını arttırıyordu.
İspanya birliğini kurarken gerek musevi, gerekse müslü-man ve de gerçek hristiyan dindarını, yer yüzünden kazımak düşüncesinin zebunu olmuştu. Milâdi târih, 1328M gösterdiğinde Fransa krallığı avrupa devletleri içinde en disiplinli ve güçlü devletlerinden biriydi. İngiltereye gelince; Saksonlar ve Normanîar mücadelesi şortunda saksonlar, varlıklarını nor-manlara kaptırdılar. 13. asrın başlarında İngiltere kralı, 2. Hanri'nin 12. asır ortalarında temine muvaffak olduğu kraliyet otoritesini kaybetmişti.
Nitekim bunu 1215 yılında ilân ettikleri Magna carta adlı ferman, meşrutiyeti İngiliz anlayışına sokmuştur. 3. Hanri'nin başarısızlıkları, ve de parlamentoya yaptığı davete icabet eden murahhaslar silahlan yanlarında geldiler ve kral'a dayadıkları Oksfort Fermanını 1258'de kabul ettirip yayımlattılar. 1265 yılına gelindiğinde İngiltere parlamentosunda bütün zümrelerin temsilcileri bulunması suretiyle bir milli meclis görüntüsü sağlanmıştı bu meclisin elan sürmekte olan hususiyetinin başında üyelerince kabul edilmeyen bir verginin ülkede alınmasının kabil olmadığının sağlanmış olmasıdır. Bunun önemini de, keyfi tutumla işgören idarelerin yaşandığı ülke ahalisi gibi hiç kimse anlayamaz.
Avrupa milletleri arasında muntazam durumda görülen devletin bulunduğunu ileri sürmek pek güçtür. Çünkü devam etmekte olan ve târih de yüz sene savaşları diye şöhret bul-muş harpler sürmekteydi. Almanya ve İtalya 1201 İlâ 1301 yılları, gelip geçerken siyasi birlik sergileyecek durumda olmayan haldeydiler. Bu İki ülkenin bahse konu namlı savaşın tabii neticesi olarak dagerek italya, gerekse Almanya bir harabe hâlini almış durumdaydı. *
Fransa ve İngiltere birer krallık olarak yüzyıl savaşlarının en ziyade yıprattığı devlet halindeydiler. Akdeniz'e yakın İspanya sekiz asırdır Endülüs Emevileri adıyla topraklarında avrupaya medeniyet ışıklan saçmış müslümanları, topraklarından atabilmek için, yine müslümanlann tevaifül mülük, devletin parçalanmasından beyliklere inkısam olmasının hatası yüzünden İspanya mücadeleye başlamıştı ve hâlâ aşılamayan jenosit ve barbarlığın örneğini, din adına gösteriyor ve akıllı hristiyanlarca, <bÖyle din olmaz> diyenlerinin sayısını arttırıyordu.
İspanya birliğini kurarken gerek musevi, gerekse müslü-man ve de gerçek hristiyan dindarını, yer yüzünden kazımak düşüncesinin zebunu olmuştu. Milâdi târih, 1328M gösterdiğinde Fransa krallığı avrupa devletleri içinde en disiplinli ve güçlü devletlerinden biriydi. İngiltereye gelince; Saksonlar ve Normanîar mücadelesi şortunda saksonlar, varlıklarını nor-manlara kaptırdılar. 13. asrın başlarında İngiltere kralı, 2. Hanri'nin 12. asır ortalarında temine muvaffak olduğu kraliyet otoritesini kaybetmişti.
Nitekim bunu 1215 yılında ilân ettikleri Magna carta adlı ferman, meşrutiyeti İngiliz anlayışına sokmuştur. 3. Hanri'nin başarısızlıkları, ve de parlamentoya yaptığı davete icabet eden murahhaslar silahlan yanlarında geldiler ve kral'a dayadıkları Oksfort Fermanını 1258'de kabul ettirip yayımlattılar. 1265 yılına gelindiğinde İngiltere parlamentosunda bütün zümrelerin temsilcileri bulunması suretiyle bir milli meclis görüntüsü sağlanmıştı bu meclisin elan sürmekte olan hususiyetinin başında üyelerince kabul edilmeyen bir verginin ülkede alınmasının kabil olmadığının sağlanmış olmasıdır. Bunun önemini de, keyfi tutumla işgören idarelerin yaşandığı ülke ahalisi gibi hiç kimse anlayamaz.
Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi - Nedir Ödev İndir
Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi
Hazreti Fatih, Hicrî 878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde üzün Hasan gailesine son verirken aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa, üzün Hasan'a bel bağlamış onun muvaffak olması halinde, Timurlenk'in kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun, cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin uğradığı ihanetle yaralanacak bir orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin Hazretlerinin irşad ve mânevi terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan karşısındaydılar. Münkir Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah yoktur. Söz buraya gelmiş iken buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in bir kıssasını nakledelim.
İki Cihan Serveri Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra, tarihlerin kaydettiği en büyük kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların büyük taktisyeni, meydanların yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine bakıldığında yara almamış hiç bir yeri kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun bir istinâtgahı haline gelmişti. Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:
— «Başımızda Halid bin Velid varken mesele yoktur.»
demeğe başlarlar. Bu artık bir terane haline gelmiş her mücahid bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir emirle Halid bin Velidİ kumandanlıktan almış ve bir köle azadlısını kumandan tayin buyurmuşlardı. O koca sahâbi büyük kumandan Halid İbni Veiid derhai emre itaat ederek makamını yeni tayin edilen kumandana bıraktığı gibi bir İslâm neferi olarak savaşa katılmıştı.
Okurlarımız lütfen buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyinden sonra mü'minlerin emiri sordurmuş asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar? Cevap şu:
— İşimiz Allah'a kaldı Diyorlar.
Hz. Ömer:
— Hah işte şimdi tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun yardımıyladır.
İşte Avrupalı, Allah (C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Velî Padişahın ve onun mücahidlerinin zaferle müjdelenmiş olduğunu ne bilsin, üzün Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir halde harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri orada yalnız üzün Hasan'ı yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça etmişti.
İşte Hicri 886/Milâdî 1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları Avsturya önlerinde, İtalya ovalarında. Venedik limanlarında, Kırım adalarında Livayı hamd sancağını şan ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir mağlûbiyyete, her birini teker teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.
Şair Yahya Kemâl bey asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa Otrantoya...
İşt Hz. Fatih kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olaylar sığdırmıştır ki bir mü'min bunu mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad eden vaadinde ve esbaba tevessül etmede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin ne düşündüğü mü'mini alâkadar etmez.
«Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» diyen bu büyük Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup Paşa.) tarafından azar azar verilen zehirle nail olmuş, bugünkü Gebze kazası civarında terki can ettikte, düşmanlarının şükür ayinlerine, bayram yapmalarına ondan kurtulmalarına sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan kaldığı yerden vazifeyi götürecek bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî 887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı nefesini sonuncusunu verdiği günde.
Muhterem okuyucu, Hz. Fatih'in devir ve şahsiyyetini vermeye çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz. Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine bizleri de ilhak eylesin.
Hazreti Fatih, Hicrî 878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde üzün Hasan gailesine son verirken aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa, üzün Hasan'a bel bağlamış onun muvaffak olması halinde, Timurlenk'in kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun, cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin uğradığı ihanetle yaralanacak bir orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin Hazretlerinin irşad ve mânevi terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan karşısındaydılar. Münkir Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah yoktur. Söz buraya gelmiş iken buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in bir kıssasını nakledelim.
İki Cihan Serveri Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra, tarihlerin kaydettiği en büyük kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların büyük taktisyeni, meydanların yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine bakıldığında yara almamış hiç bir yeri kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun bir istinâtgahı haline gelmişti. Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:
— «Başımızda Halid bin Velid varken mesele yoktur.»
demeğe başlarlar. Bu artık bir terane haline gelmiş her mücahid bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir emirle Halid bin Velidİ kumandanlıktan almış ve bir köle azadlısını kumandan tayin buyurmuşlardı. O koca sahâbi büyük kumandan Halid İbni Veiid derhai emre itaat ederek makamını yeni tayin edilen kumandana bıraktığı gibi bir İslâm neferi olarak savaşa katılmıştı.
Okurlarımız lütfen buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyinden sonra mü'minlerin emiri sordurmuş asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar? Cevap şu:
— İşimiz Allah'a kaldı Diyorlar.
Hz. Ömer:
— Hah işte şimdi tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun yardımıyladır.
İşte Avrupalı, Allah (C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Velî Padişahın ve onun mücahidlerinin zaferle müjdelenmiş olduğunu ne bilsin, üzün Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir halde harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri orada yalnız üzün Hasan'ı yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça etmişti.
İşte Hicri 886/Milâdî 1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları Avsturya önlerinde, İtalya ovalarında. Venedik limanlarında, Kırım adalarında Livayı hamd sancağını şan ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir mağlûbiyyete, her birini teker teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.
Şair Yahya Kemâl bey asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa Otrantoya...
İşt Hz. Fatih kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olaylar sığdırmıştır ki bir mü'min bunu mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad eden vaadinde ve esbaba tevessül etmede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin ne düşündüğü mü'mini alâkadar etmez.
«Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» diyen bu büyük Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup Paşa.) tarafından azar azar verilen zehirle nail olmuş, bugünkü Gebze kazası civarında terki can ettikte, düşmanlarının şükür ayinlerine, bayram yapmalarına ondan kurtulmalarına sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan kaldığı yerden vazifeyi götürecek bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî 887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı nefesini sonuncusunu verdiği günde.
Muhterem okuyucu, Hz. Fatih'in devir ve şahsiyyetini vermeye çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz. Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine bizleri de ilhak eylesin.
Adaların Fethi - Nedir Ödev İndir
Adaların Fethi
Adaların fethine Edirne'nin yegâne iskelesi olan Aynos iskelesini almakla başlandı. Arkasından Limni, Midili donanmayı hümayhuna boyun eğmişti. Rodos iyice sıkıştırılmış ve İstanköye asker çıkarılmıştı. Arkasından İmroz, Taşoz feth olunmuş idi. Bu suretle Rumeli sahilindeki adalar zapt olunmuş oldu. Bu sırada Midilli adası halkının büyük bir bölümü İstanbul'a nakil olundu.
Sadaretten azledilen Mahmud Paşa kaptanı deryalığa getirilmiş, bu zat tenzili makama rağmen hizmetten fütur getirmemiş, tayin buyrulduğu vazifede büyük muvaffakiyetler göstermiş, donanmayı bir güzel İslah edip intizama koymuş, yıllanmış Venedik savaş gemilerini bucak bucak kaçmaya mecbur bırakmıştı. Bu arada da Akdeniz'in en mühim adalarından olan Girid Kıbrıs'tan sonra gelen Eğriboz adasını feth eylemişti.
Adaların fethine Edirne'nin yegâne iskelesi olan Aynos iskelesini almakla başlandı. Arkasından Limni, Midili donanmayı hümayhuna boyun eğmişti. Rodos iyice sıkıştırılmış ve İstanköye asker çıkarılmıştı. Arkasından İmroz, Taşoz feth olunmuş idi. Bu suretle Rumeli sahilindeki adalar zapt olunmuş oldu. Bu sırada Midilli adası halkının büyük bir bölümü İstanbul'a nakil olundu.
Sadaretten azledilen Mahmud Paşa kaptanı deryalığa getirilmiş, bu zat tenzili makama rağmen hizmetten fütur getirmemiş, tayin buyrulduğu vazifede büyük muvaffakiyetler göstermiş, donanmayı bir güzel İslah edip intizama koymuş, yıllanmış Venedik savaş gemilerini bucak bucak kaçmaya mecbur bırakmıştı. Bu arada da Akdeniz'in en mühim adalarından olan Girid Kıbrıs'tan sonra gelen Eğriboz adasını feth eylemişti.
Belgrad Muhasarası - Nedir Ödev İndir
Belgrad Muhasarası
Belgrad'ı almaya karar veren hazreti Fatih Sırbistan'a dalarak önüne gelen yerleri çiğneyip geçti. Muhasaralarda en önemli silâh şüphesizdir ki toptur. İstanbul'un fethinde kullanılan bu topların buralara taşınması çok zor olduğundan Sultan Hazretileri yüksek dehası sayesinde seyyar top dökümhaneleri kurdurmuş, her muhasaraya gittikte muhasara yerinin icabına göre toplar döktürüyor idi. Bilhassa hesaplarını kendi yaparak mucidi olduğu Havan Toplan çok önemli vazifeler görüyordu. Burada şu durumu mutlaka belirtmeyi lüzumlu görüyoruz:
Bilindiği gibi zamanımız Ekonomi Şeytanı ismini verebileceğimiz salgın bir hastalığın insan şuuruna yerleşip her şeyi madde açısından görmelerinden dolayı manevî hayatı red veya lüzumsuzluğuna kail olanların mateessüf çok olduğu bir zamandır. Bazı görüş sahiblerİ kardeşlenip mİz tarihi islâmiyet'ten verdikleri misallerle; yanlış yola sapmış ekonomi Şeytanının tuzağına düşmüşlere yol göstermek isterler. Ne var ki onlar esir oldukları maddî dünyalarından halâs olamayıp bu tavsiyeleri ve misalleri kulak arkası ederler. Her muhasara edilen kal'anın hususiyetine göre top döktüren ecdadının acaba sanayii ile ekonomik bir olayın gerçekleştirildiğini düşünebilirler mi? Belgrad kal'ası önünde 320 adet muhtelif ebat ve sistemde top döktüren Hazreti Fatih, İslâm milletinin yüksek vasıflarından birini ortaya koymuş olmuyor muydu? Hâlâ harp sanayini kuralım mı, kurmayalım mı münakaşası yapılan memleketimizde ne acip ve üzücü bir haldir bu münakaşa. Ecdadımız bu münakaşaları değil yapmak, düşman kalesi ve siperleri önünde, onlara göstere göstere harbin gerekli silâhlarını imal ediyordu. Yâ-rabbi sen bu millete izan nasib eyle, harb sanayini kurmasına vesile olacak intibahi lûtfeyle.
Çünkü atalar sözüdür: «İstersen sulhu salâh hazır ol cenge».
Biz gene Belgrad önlerine dönelim.
Belgrad önlerinde üçyüzyirmi adet top döktüren Sultan, kaleyi muhasaraya aldı. Ayrıca ikiyüz parça küçük gemi Tuna nehri yoluyla Belgrad önlerine getirilmiş yarım ada şeklindeki şehri, Tuna ve Sava nehirlerinden de muhasaraya katıldılar.
Belgrad kalesi kolay alınır bir kale olmamakla beraber İstanbul surlarını aşmış bir ordu için her halde zor değildi. İşte bu muhasaraya böyle bakıldığından olacak ki netice iyi olmadı. Evvelâ hedefin Belgrad kalesini almak olduğu açıkça ifşa olundu. Halbuki Belgrad kal'ası Avrupa'ya açılan bir kapı idi. Papalık, Osmanlı Devleti'nin maksadını öğrenince bütün hıristiyan dünyasını ayağa kaldırdı. Yanko Hünyad'ın komutasında çok büyük bir ordu teşkil edildi. Ayrıca gayet iri kalyonlarla mücehhez bir donanma da bu ehli salip seferinde vazife aldı. Ehli salip donanması Tuna ve Sava nehri üzerinde muhasaraya katılan donanmamıza şiddetli bir saldırda bulundular. Maalesef hâlâ denizlere hâkim olabilecek duruma gelememiş donanma bu savaşı kaybetti fakat gayet akıllıca bir davranışla gemilerini kendileri yakarak düşman eline geçmesine izin vermediler.
Donanmanın bu mağlûbiyetine rağmen muhasaraya devam edildi. Bir hafta sonra umumî bir hücumla şehre girildi. Ve bir kısmı işgal olundu. Lâkin şehrin öbür ucundan, Yanko Hünyad komutasındaki ehli salib ordusu da şehre girmişti. Osmanlı Ordusunun çok az bir bölümü Karaca Paşa başlarında olduğu halde şehre girebilmişlerdi.
Şehir içine giren mücahidler ricat yolunu seçmeyip düşmana pala savurmayı cana minnet bildiler ve başlarında sevgili paşaları Karaca Paşa olduğu halde vuruşa vuruşa şe-hidlik mertebesine vasıl oldular. Karaca Paşa'nın kale içinde kalışı, şehadetinin kesin oluşu Hazreti Padişahı çok üzdü, bütün tedbiri terkedip kale kapısına dört nala kaldırdığı atıyla yalın kılıç saldırdı.
Düşman içinden çok iri bir silâhşor Hazreti Padişahın üzerine koştu. Onun hücumunu ustaca bir manevrayle savuşturan Sultan kılıcını öyle bir hırsla indirdi ki herifi baltanın kuru bir kötüğü ikiye yarması gibi başından aşağıya kadar ikiye ayırdı. Etraftan koşanlar padişahı tek başına kaleye hücum etmekten zor caydırabildiler. Karaca Paşa'nın şehadeti bütün azeb askerinin kuvvei maneviyyesini altüst etmişti. Onlar intizamsız bir şekilde dağılmaya başlayınca durumu gören Yanko Hünyad ve Yorgi hücumlarını otağı Hümayuna doğru sevk ettiler. Azeb askeri iyice dağılmış bir miktar Yeniçeri ile Kapıkulu askeri başlarında en güzel emir Hazreti Fatih olduğu halde çok kanlı göğüs göğüse, kılıç kılıca bir savaş yaptılar. O gün savaş meydanını^ rakibsiz cengâveri Hazreti Fâtih idi. Omuz üstünde baş bırakmıyor, bir yandan da sistematik bir şekilde ordunun geri çekilmesini idare ediyordu. İşte bu sırada ayağından hafif bir yara alarak gazilik rütbesine nail oluyordu.
Bir müddet sonra altıbin kadar İslâm ordusu süvarisi savaş yerine yetişince mukavemet dengeye dönüştü. Bir müddet sonra da düşmanı ordugâhdan def etmeye muvaffak oldular. Padişah bunu bir mağlûbiyet olarak telâkki edip firar edenleri bulduğu yerde bu dünyadan da, ordusundan da terhis ediyordu.
Ehli salip ordusu ise son derece telefat vermiş, Yanko Hünyad dahi aldığı yaraların tesiriyle bir müddet sonra bu dünyadan terki can eylemişti. Kral Yorgi ise o çoktan ölmüştü. Hicri 860/Milâdî 1456. Sultan Fatih bu seferden sonra kendisine çıkacağı seferin nereye olduğunu soran vezirlerine «Sakalımın bir teli bundan haberdarsa onu yolup atarım» diye cevap verdiği söylenir.
Belgrad'ı almaya karar veren hazreti Fatih Sırbistan'a dalarak önüne gelen yerleri çiğneyip geçti. Muhasaralarda en önemli silâh şüphesizdir ki toptur. İstanbul'un fethinde kullanılan bu topların buralara taşınması çok zor olduğundan Sultan Hazretileri yüksek dehası sayesinde seyyar top dökümhaneleri kurdurmuş, her muhasaraya gittikte muhasara yerinin icabına göre toplar döktürüyor idi. Bilhassa hesaplarını kendi yaparak mucidi olduğu Havan Toplan çok önemli vazifeler görüyordu. Burada şu durumu mutlaka belirtmeyi lüzumlu görüyoruz:
Bilindiği gibi zamanımız Ekonomi Şeytanı ismini verebileceğimiz salgın bir hastalığın insan şuuruna yerleşip her şeyi madde açısından görmelerinden dolayı manevî hayatı red veya lüzumsuzluğuna kail olanların mateessüf çok olduğu bir zamandır. Bazı görüş sahiblerİ kardeşlenip mİz tarihi islâmiyet'ten verdikleri misallerle; yanlış yola sapmış ekonomi Şeytanının tuzağına düşmüşlere yol göstermek isterler. Ne var ki onlar esir oldukları maddî dünyalarından halâs olamayıp bu tavsiyeleri ve misalleri kulak arkası ederler. Her muhasara edilen kal'anın hususiyetine göre top döktüren ecdadının acaba sanayii ile ekonomik bir olayın gerçekleştirildiğini düşünebilirler mi? Belgrad kal'ası önünde 320 adet muhtelif ebat ve sistemde top döktüren Hazreti Fatih, İslâm milletinin yüksek vasıflarından birini ortaya koymuş olmuyor muydu? Hâlâ harp sanayini kuralım mı, kurmayalım mı münakaşası yapılan memleketimizde ne acip ve üzücü bir haldir bu münakaşa. Ecdadımız bu münakaşaları değil yapmak, düşman kalesi ve siperleri önünde, onlara göstere göstere harbin gerekli silâhlarını imal ediyordu. Yâ-rabbi sen bu millete izan nasib eyle, harb sanayini kurmasına vesile olacak intibahi lûtfeyle.
Çünkü atalar sözüdür: «İstersen sulhu salâh hazır ol cenge».
Biz gene Belgrad önlerine dönelim.
Belgrad önlerinde üçyüzyirmi adet top döktüren Sultan, kaleyi muhasaraya aldı. Ayrıca ikiyüz parça küçük gemi Tuna nehri yoluyla Belgrad önlerine getirilmiş yarım ada şeklindeki şehri, Tuna ve Sava nehirlerinden de muhasaraya katıldılar.
Belgrad kalesi kolay alınır bir kale olmamakla beraber İstanbul surlarını aşmış bir ordu için her halde zor değildi. İşte bu muhasaraya böyle bakıldığından olacak ki netice iyi olmadı. Evvelâ hedefin Belgrad kalesini almak olduğu açıkça ifşa olundu. Halbuki Belgrad kal'ası Avrupa'ya açılan bir kapı idi. Papalık, Osmanlı Devleti'nin maksadını öğrenince bütün hıristiyan dünyasını ayağa kaldırdı. Yanko Hünyad'ın komutasında çok büyük bir ordu teşkil edildi. Ayrıca gayet iri kalyonlarla mücehhez bir donanma da bu ehli salip seferinde vazife aldı. Ehli salip donanması Tuna ve Sava nehri üzerinde muhasaraya katılan donanmamıza şiddetli bir saldırda bulundular. Maalesef hâlâ denizlere hâkim olabilecek duruma gelememiş donanma bu savaşı kaybetti fakat gayet akıllıca bir davranışla gemilerini kendileri yakarak düşman eline geçmesine izin vermediler.
Donanmanın bu mağlûbiyetine rağmen muhasaraya devam edildi. Bir hafta sonra umumî bir hücumla şehre girildi. Ve bir kısmı işgal olundu. Lâkin şehrin öbür ucundan, Yanko Hünyad komutasındaki ehli salib ordusu da şehre girmişti. Osmanlı Ordusunun çok az bir bölümü Karaca Paşa başlarında olduğu halde şehre girebilmişlerdi.
Şehir içine giren mücahidler ricat yolunu seçmeyip düşmana pala savurmayı cana minnet bildiler ve başlarında sevgili paşaları Karaca Paşa olduğu halde vuruşa vuruşa şe-hidlik mertebesine vasıl oldular. Karaca Paşa'nın kale içinde kalışı, şehadetinin kesin oluşu Hazreti Padişahı çok üzdü, bütün tedbiri terkedip kale kapısına dört nala kaldırdığı atıyla yalın kılıç saldırdı.
Düşman içinden çok iri bir silâhşor Hazreti Padişahın üzerine koştu. Onun hücumunu ustaca bir manevrayle savuşturan Sultan kılıcını öyle bir hırsla indirdi ki herifi baltanın kuru bir kötüğü ikiye yarması gibi başından aşağıya kadar ikiye ayırdı. Etraftan koşanlar padişahı tek başına kaleye hücum etmekten zor caydırabildiler. Karaca Paşa'nın şehadeti bütün azeb askerinin kuvvei maneviyyesini altüst etmişti. Onlar intizamsız bir şekilde dağılmaya başlayınca durumu gören Yanko Hünyad ve Yorgi hücumlarını otağı Hümayuna doğru sevk ettiler. Azeb askeri iyice dağılmış bir miktar Yeniçeri ile Kapıkulu askeri başlarında en güzel emir Hazreti Fatih olduğu halde çok kanlı göğüs göğüse, kılıç kılıca bir savaş yaptılar. O gün savaş meydanını^ rakibsiz cengâveri Hazreti Fâtih idi. Omuz üstünde baş bırakmıyor, bir yandan da sistematik bir şekilde ordunun geri çekilmesini idare ediyordu. İşte bu sırada ayağından hafif bir yara alarak gazilik rütbesine nail oluyordu.
Bir müddet sonra altıbin kadar İslâm ordusu süvarisi savaş yerine yetişince mukavemet dengeye dönüştü. Bir müddet sonra da düşmanı ordugâhdan def etmeye muvaffak oldular. Padişah bunu bir mağlûbiyet olarak telâkki edip firar edenleri bulduğu yerde bu dünyadan da, ordusundan da terhis ediyordu.
Ehli salip ordusu ise son derece telefat vermiş, Yanko Hünyad dahi aldığı yaraların tesiriyle bir müddet sonra bu dünyadan terki can eylemişti. Kral Yorgi ise o çoktan ölmüştü. Hicri 860/Milâdî 1456. Sultan Fatih bu seferden sonra kendisine çıkacağı seferin nereye olduğunu soran vezirlerine «Sakalımın bir teli bundan haberdarsa onu yolup atarım» diye cevap verdiği söylenir.
Ak Şeyhin Kerameti - Nedir Ödev İndir
Ak Şeyhin Kerameti
Kostantaniyye'nin fâtihi iki tanedir. İlki gönül fatihleridir ki, bunlar uzun yıllar evvel İstanbul'da yerleşmiş İslâm müca-hidleridir. İkincisi ise madde plânında, sebeb dünyasında ya-şayib adetullaha riayetle can verip şan alan, kan döküp kal'a alan İslâm mücahidleridir. Bu mücahidler ordusunun mânevi mimarı Ak Şemseddin Hazretleri, Sultan 2. Mehmed'İ Kostantaniyye'nin fethi için daima teşvik etmiş, desteklemiş ve onun ve ordusunun muvaffakiyete ulaşması için Rabi Âlâ'ya niyaz ve tazarruda bulunuyor idi. Bir gün Sultan Hazretlerinin Kutlu otağına şu haber ulaştı. Ak Şeyh, keşif yoluyla Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in mihmandarı Hazreti Ebû Ey-yüb'ül Ensârî'nin kabri şeriflerini bulmuştu. Bu haber İslâm ordusunda bir müjde olarak kabul olundu. Mücahidler ordusunun kuvve-i mâneviyesi en yüksek dereceye vardı.
Çünkü bu kuvve-i mâneviyenin yükselmesi için sebeblerin en büyüğü bu büyük sahabinin hayatında mündemiç idi. Medine'de bir gün Kur'an-ı Kerim okurken cihadla ilgili ayetlere gelince doksan yaşındaki bu aksakallı sahabi ayağa kalkar zırhını kuşanır, kılıcını beline takar, okunu yayını alır. Ben Halifenin ordusuyla cihada gidiyorum, der Evlât ve torunları baba sen yaşlısın, o iş bizim işimiz artık, derlerse de o mübarek sahabi vecd halinde, kimseyi dinlemez ve Halifenin ordusuyla Beldeyi Tayyibeye cenge gelir ve burada şehadet mertebesine de nail olur. Bu doksan yaşından sonra cihada çıkan sahabinin kabrinin bulunuşu fethin yakınlığının işareti olduğu aşikâr olduğundan, bülbülün gül dalına konması gibi, zaferin de İslâm mücahidlerinin ağuşuna gelmesinin sembolü olmuştur. Dolayısıyla kuvvei mâneviyyelerinde tezayûdüne vesile olmuştur.
Kostantaniyye'nin fâtihi iki tanedir. İlki gönül fatihleridir ki, bunlar uzun yıllar evvel İstanbul'da yerleşmiş İslâm müca-hidleridir. İkincisi ise madde plânında, sebeb dünyasında ya-şayib adetullaha riayetle can verip şan alan, kan döküp kal'a alan İslâm mücahidleridir. Bu mücahidler ordusunun mânevi mimarı Ak Şemseddin Hazretleri, Sultan 2. Mehmed'İ Kostantaniyye'nin fethi için daima teşvik etmiş, desteklemiş ve onun ve ordusunun muvaffakiyete ulaşması için Rabi Âlâ'ya niyaz ve tazarruda bulunuyor idi. Bir gün Sultan Hazretlerinin Kutlu otağına şu haber ulaştı. Ak Şeyh, keşif yoluyla Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in mihmandarı Hazreti Ebû Ey-yüb'ül Ensârî'nin kabri şeriflerini bulmuştu. Bu haber İslâm ordusunda bir müjde olarak kabul olundu. Mücahidler ordusunun kuvve-i mâneviyesi en yüksek dereceye vardı.
Çünkü bu kuvve-i mâneviyenin yükselmesi için sebeblerin en büyüğü bu büyük sahabinin hayatında mündemiç idi. Medine'de bir gün Kur'an-ı Kerim okurken cihadla ilgili ayetlere gelince doksan yaşındaki bu aksakallı sahabi ayağa kalkar zırhını kuşanır, kılıcını beline takar, okunu yayını alır. Ben Halifenin ordusuyla cihada gidiyorum, der Evlât ve torunları baba sen yaşlısın, o iş bizim işimiz artık, derlerse de o mübarek sahabi vecd halinde, kimseyi dinlemez ve Halifenin ordusuyla Beldeyi Tayyibeye cenge gelir ve burada şehadet mertebesine de nail olur. Bu doksan yaşından sonra cihada çıkan sahabinin kabrinin bulunuşu fethin yakınlığının işareti olduğu aşikâr olduğundan, bülbülün gül dalına konması gibi, zaferin de İslâm mücahidlerinin ağuşuna gelmesinin sembolü olmuştur. Dolayısıyla kuvvei mâneviyyelerinde tezayûdüne vesile olmuştur.
Boğaz Kesen Hisarı'nın İnşaası - Nedir Ödev İndir
Boğaz Kesen Hisarı'nın İnşaası
Karamanoğlu meselesi münasebetiyle Anadolu tarafına geçmiş'plan Hazreti Padişah Bursa'dan Edirne'ye avdet ederken Kocaeli üzerinden Göksuya gelip Güzelce Hisar adıyla anılan şimdiki Anadolu Hisarının izine üstü açık muvakkat bir camii yaptırıp, otağını da Anadolu Hisarına hâkim bir tepeye kurdurup karşı kıyıda bir kale inşaasına başladı. Bu kalenin inşası için;
Derler ki;
Hz. Padişahın Anadolu Hisarının içine yaptırdığı muvakkat camiden sonra Otağı hümayununun Hisara hâkim bir tepeye kurdurmuş olması, Kayser'in dikkatini çeker ve elçiler göndererek maksatlarını öğrenmek ister. Gelen heyete Hz. Padişah «Kayser'e söyleyin bu sûr'un karşısına düşen yerde bir manda gönü kadar yer istiyorum, yoksa karşına çıkar oraları irademe alırım» der.
Elçiler, Kayser'in yanına dönerler ve durumu anlatırlar. Kayser «Zaten oralarda dahi hükmümüz pek sökmüyor, bari bir manda gönü (derisi) verin onun kadar bir yer onun olsun» der.
Bîr mandanın yüzülmüş derisi Sultan Hazretine gönderilir. Sultan Hazretleri; Kayser'in yolladığı bu deriyi bir saraciye ustasına verir ve iplik inceliğinde tek bir sicim yumağı haline getirmesini tenbih eder. Saraç bu deriyi sanatının en büyük ustalığını göstererek bir sırrım yumağı haline getirir ve Hazreti Padişah takdim eder. Padişah fustalarla (küçük gemiler) karşıya geçip bu sırım yumağının yettiği kadar bir alanı çevirir, işaretler. Padişahın fustalarla karşı yakaya geçtiği haberini alan Kayser yine elçilerini gönderir, ne yaptıklarını sordurur.
Padişah; «Bize verdiğiniz gön kadar yeri işaretliyorum», der.
Elçiler, biz size manda gönü kadar yer verdik, siz ne kadar yer işaretlemişsiniz derler.
Hazreti Padişah; «Verdiğimiz gön elimde bu hale geldi, ben de o kadar yer işaretliyorum», der.
Elçiler; bunun üzerine «Bu işi akıllarının alamadığını söylerler.»
Hazreti Padişah târihlere geçen şu muazzam cevabı verir.
«Bizim hakikat kıldıklarımıza, sizin hayaliniz bile ulaşamaz.»
Hazreti Padişah askerî ehemmiyet ve denizin avantajını pek isabetle kuİanarak bugünkü Rumeli Hisar'nın inşaasina başladı ve çok kısa bir zaman olan dörtbuçuk ayda inşaatı tamamlattı. Üç büyük kuleye, her kule inşaatına nezaret eden vezirlerinin isimlerini verdi. Zağanos Paşa Kulesi, Samca Paşa Kulesi, ve Çandarh Kara Halil Paşa Kulesi olarak hâlâ isimleri muhafaza olunur. Bu kulenin ehemmiyetini belirten en güzel dizelerden biri olan Enverî'nin Düsturnâmesin-den merhum Profesör Mükrimin Halil Yinanç'ın naklinden almayı uygun bulduk.
«Nice kal'a-i incilayin bir hisar Görmedi âlem İçinde rüzighar Hüsrevânî küp gibi çok toplar Atılır göklere andan küpler Ne gemi kaçamaz andan kelebek Kim ururlar topla geçse sinek»
Evliya Çelebi bu Boğaz Kesen Hisarına (Rumeli Hisarına) yüzbeş adet top konduğunu bildirir.
Bu Boğazkesen Hisarını tamamlatan Sultan Hazretleri maksadını verdiği isimle dahi açıklamış olmuyormuydu? BOĞAZKESEN
Karamanoğlu meselesi münasebetiyle Anadolu tarafına geçmiş'plan Hazreti Padişah Bursa'dan Edirne'ye avdet ederken Kocaeli üzerinden Göksuya gelip Güzelce Hisar adıyla anılan şimdiki Anadolu Hisarının izine üstü açık muvakkat bir camii yaptırıp, otağını da Anadolu Hisarına hâkim bir tepeye kurdurup karşı kıyıda bir kale inşaasına başladı. Bu kalenin inşası için;
Derler ki;
Hz. Padişahın Anadolu Hisarının içine yaptırdığı muvakkat camiden sonra Otağı hümayununun Hisara hâkim bir tepeye kurdurmuş olması, Kayser'in dikkatini çeker ve elçiler göndererek maksatlarını öğrenmek ister. Gelen heyete Hz. Padişah «Kayser'e söyleyin bu sûr'un karşısına düşen yerde bir manda gönü kadar yer istiyorum, yoksa karşına çıkar oraları irademe alırım» der.
Elçiler, Kayser'in yanına dönerler ve durumu anlatırlar. Kayser «Zaten oralarda dahi hükmümüz pek sökmüyor, bari bir manda gönü (derisi) verin onun kadar bir yer onun olsun» der.
Bîr mandanın yüzülmüş derisi Sultan Hazretine gönderilir. Sultan Hazretleri; Kayser'in yolladığı bu deriyi bir saraciye ustasına verir ve iplik inceliğinde tek bir sicim yumağı haline getirmesini tenbih eder. Saraç bu deriyi sanatının en büyük ustalığını göstererek bir sırrım yumağı haline getirir ve Hazreti Padişah takdim eder. Padişah fustalarla (küçük gemiler) karşıya geçip bu sırım yumağının yettiği kadar bir alanı çevirir, işaretler. Padişahın fustalarla karşı yakaya geçtiği haberini alan Kayser yine elçilerini gönderir, ne yaptıklarını sordurur.
Padişah; «Bize verdiğiniz gön kadar yeri işaretliyorum», der.
Elçiler, biz size manda gönü kadar yer verdik, siz ne kadar yer işaretlemişsiniz derler.
Hazreti Padişah; «Verdiğimiz gön elimde bu hale geldi, ben de o kadar yer işaretliyorum», der.
Elçiler; bunun üzerine «Bu işi akıllarının alamadığını söylerler.»
Hazreti Padişah târihlere geçen şu muazzam cevabı verir.
«Bizim hakikat kıldıklarımıza, sizin hayaliniz bile ulaşamaz.»
Hazreti Padişah askerî ehemmiyet ve denizin avantajını pek isabetle kuİanarak bugünkü Rumeli Hisar'nın inşaasina başladı ve çok kısa bir zaman olan dörtbuçuk ayda inşaatı tamamlattı. Üç büyük kuleye, her kule inşaatına nezaret eden vezirlerinin isimlerini verdi. Zağanos Paşa Kulesi, Samca Paşa Kulesi, ve Çandarh Kara Halil Paşa Kulesi olarak hâlâ isimleri muhafaza olunur. Bu kulenin ehemmiyetini belirten en güzel dizelerden biri olan Enverî'nin Düsturnâmesin-den merhum Profesör Mükrimin Halil Yinanç'ın naklinden almayı uygun bulduk.
«Nice kal'a-i incilayin bir hisar Görmedi âlem İçinde rüzighar Hüsrevânî küp gibi çok toplar Atılır göklere andan küpler Ne gemi kaçamaz andan kelebek Kim ururlar topla geçse sinek»
Evliya Çelebi bu Boğaz Kesen Hisarına (Rumeli Hisarına) yüzbeş adet top konduğunu bildirir.
Bu Boğazkesen Hisarını tamamlatan Sultan Hazretleri maksadını verdiği isimle dahi açıklamış olmuyormuydu? BOĞAZKESEN
Anadolu Beyliklerinin İlhakı - Nedir Ödev İndir
Anadolu Beyliklerinin İlhakı
Avrupa'ya koparılamaz bir kement atan Osmanlı Müca-hidleri, buralarda yerleşebilmeleri için durmadan savaşmak zorundaydılar. Burada yapılacak savaşlar, ne Anadolu Beyle-riyle yapılan savaşlara, ne de Bizans'a göz dağı vermeye benzerdi. Avrupa ile yapılacak savaşlar çok büyük olabileceği gibi, aynı zamanda lojistik destek bakımından da güçlük gösterir idi. Bunu temin etmek İçinse Rumeli yakasında 10 sene sürecek bir tahkimat ve hazırlık gerekirdi. Halbuki Anadolu'da bulunan Karamanoğlu ve İsfendiyaroğlu'nun mevcudiyeti, Yıldırım'ın değil 10 sene Anadolu'yu gözden uzak tutması 1 sene bile gözden uzak tutmasına imkan vermiyordu.
Yıldırım Bayezid Han bunu gözönüne alarak, şimdilik Rumeli'yi rahat bırakmayı, Rumeli ile yapacağı cihada mani olan engeleri ortadan kaldırmayı plânladı. Tabii ki bu engeller, Karamanoğlu ile İsfendiyaroğlu idiler.
Öte yandan Rumeli'yi iyice başıboş bırakmamak için kumandanlarından Firuz Bey'i Tuna boylarına göndererek, oraları didiklemesini, ayrıca Vidin Kalesini fethederek o bölgelerdeki politikaları dikkatle takip etmesini Firuz Bey'e tenbih etmeyi unutmamıştı. *
Kendisi, askerin büyük bir bölümüyle Anadolu'ya geçmişti. Anadolu'da müstakil beylikler halinde Aydın, Saruhan, Menteşe, Germiyan, Karaman ve tsfendiyar Beylikleri hüküm sürmekteydiler.
Ne var ki o sırada vefat eden Saruhan Bey'inin eyaletini, Karesi eyaletine ilhak eden Yıldırım Bayezid, Aydın Beyliğini de ortadan kaldırmıştı. Germiyan Beyliği, bu olanlardan ürkerek, derhal Yıldırım'ın huzuruna gelerek arz-ı sadakat etmişse de, sadakatini gösterme fırsatı olarak kendisine Rumeli'ne geçmesi emredilmiştir. Bu durumu dikkatle takip eden Menteşe Beyi, çoluk çocuğunu taşınabilir malının büyük kısmını yanına alıp, beyliğini, topraklarını Yıldırım Baye-zid'e terk etmiştir. Artık sıra Karamanoğlu'na gelmişti. Belki diğer beylikleri ortadan kaldırmaya sebeb yoktu diyen tarihler vardır. Şunu belirtmeliyiz ki, küffara yapılacak seferde mutlak surette geri hatların emniyeti temin olunmalıdır. Müstakil olan bu beylikler, aşiret asabiyetiyle Osmanlıyı rahat bırakmazlardı. Avrupa'da savaşacak mücahidler ordusunun arkasında böyle bir kambur bırakılamazdı. Nitekim bırakılmamıştır da... Diğer beylikler için sebeb yoktu diyen birçok tarihler, Karamanoğlu'na gelince, zaten onun hiçbir zaman rahat durmadığını, hatta Kosova Meydan savaşında kafirlerle irtibatlı olduğunu ve münasebetlerinin bulunduğunu söylerler. Aslında buna da fazla itibar etmemek gerekir. Çünkü kesindir ki, Hüdavendigâr lakabının tecelisi olarak, Anadolu •müslümanları Kosova savaşına alaka göstermişler, hiçbir ihtilafı konu etmeden, davayı bir hilal-salip kavgası olarak kabul edip, Hüdavendigâr'ın daveti şerefine seve seve koşmuşlar, bu mücahidler ordusunun dört başı mamur bir zaferle taçlanmasına bileklerinin gücü, kalplerinin zikriyle katılmışlardır. Biz Karamanoğlu'nun küffar ile anlaştığı yolundaki söylentileri kabul etmiyoruz. Belki Karamanoğlu içinden birkaç siyasetçi «mağlub olursak..» korkusuyla böyle bir muhaberata ginnişlerse, bu bütün karamanoğlu askerine teşmil edilemez. Karamanoğlu ve diğer beyliklerin ortadan kaldırılmasının lüzumu tek maddede belidir ve bizim görüşümüze daha uygun gelmektedir. Haçlı Dünyasıyla çarpışacak İslam Mücahidleri, arkalarında post kavgası, toprak kavgası çıkarabilecek hiçbir ihtimal bırakmama tutumunu takip etmişler, elhak doğrusunu yapmışlardır. Daha sonraki tarih safahatı göstermiştir ki, batı üzerine gidilecek seferler, daima şarktan gelen belalar yüzünden aksamıştır. Timur belâsı gibi...
Karaman üzerine gidilip Konya fetholunmuş ve Çehar şen-be Nehri hudut sayılıp ikiye bölünerek bir kısmı Osmanlı Devletine ilhak olunmuştur. H. 792/M. 139O'ı gösteriyordu tarih...
Şimdi sıra Kastamonu, Sinop ve Samsun'da hükmünü sürdüren İsfendiyaroğuları Beyliğindeydi.
Fakat Yıldırım, Ulah askerinin Tuna Nehrini geçerek Rumeli'nin bazı yerlerini tazyik ve tahrib etmeye başladığını haber alınca, derhal Rumeli'ye geçti. Bu geçiş, İsfendiyaroğ-lu'nun ve Kostantiniyye üzerine yapılacak seferleri şimdilik iptal demekti.
Vİdin'i fetihle görevlendirilen Firuz Bey, vazifesini yerine getirmiş, Vidin Kalesine İslam Sancağını çektiği gibi, Üiah memleketinin de tozunu atmaya başlamıştı. Buna mukabale-i biPmisilde bulunan ülahlılar, Tuna'yı geçip evlad-ı fatihanı rahatsız etmeye başladıkları hırada, Yıldırım unvanına layık padişah Bayezid han, son sür'atle muzafferen Bükreş'e girerek, Ulah Bey'ini imtiyazlı bendegân olarak rnaiyyetine almıştır. Tarih H. 793/M. 1391 yılını gösterdiğinde Yıldırım o işi de, yıldırım hızıyla halletmiş oluyordu.
Durum Yıldırım Han'ın Rumeli'de kalmasını icab ettirirken, sür'ati hareketine istinaden Yıldırım Anadolu'ya geçerek İsfendiyar Oğlu'nun üzerine yürümüş, sonra da Sivas üzerine sefer açmıştı.
Halbuki Avrupa'nın durumu Sultanı düşündürücü bir hal almıştı. Çünkü Osmanlıların Avrupa'ya yerleştiğini gören Doğu Avrupa Aİmanyası imparatoru IV. Şarl (de Lüxem-borg)'ın oğlu Sgismund'un kumandanlığında birleşmekte idiler. Yani Osmanlı kuvvetinin akıntısı Avrupa sularını karıştırarak, küçük bir anafor meydana gelmesine sebeb oluyordu.
İşte iki ateş arasında kalmanın zamanı geliyordu. Hiç olmazsa dahili yangından korunmak için Anadolu birliğinin ve Bizans'ın tehlike tevlid edebilecek durumlarının izale edilmesi lâzımdı.. Yıldırım Bayezid Han, gayretlerini bunu temine hasrediyordu. Bu gailenin yanında Avrupa gailesi, ayrıca Timur'un Anadolu'ya gelmesi tehlikesi pek yakın değilse de, uzak da değildi.
Sigismund, annesi tarafından miras yoluyla Prusya Dukalığını aldığı gibi, karısı Maria'mn babası Macar Kralı Lui'nin ölümüyle Macarlar tarafından kral seçilmişti. Böyle kolaylıkla ele geçirilmiş makamlara; CIlah, Boğdan, Erdel, Bosna memleketleri de iltihak etmişti. Sigismund, aradan çok geçmeden Almanya imparatorluğu tacıyla, Bohemya krallığı taçlarını miras ve seçim yollarıyla uhdesine almıştı. Baltık deniz sahili ile Tuna sahillerine kadar olan topraklar Sigis-mund'un idaresine kalmış, sanki bir Avrupa kralı meydana çıkmıştı.
Avrupa'ya koparılamaz bir kement atan Osmanlı Müca-hidleri, buralarda yerleşebilmeleri için durmadan savaşmak zorundaydılar. Burada yapılacak savaşlar, ne Anadolu Beyle-riyle yapılan savaşlara, ne de Bizans'a göz dağı vermeye benzerdi. Avrupa ile yapılacak savaşlar çok büyük olabileceği gibi, aynı zamanda lojistik destek bakımından da güçlük gösterir idi. Bunu temin etmek İçinse Rumeli yakasında 10 sene sürecek bir tahkimat ve hazırlık gerekirdi. Halbuki Anadolu'da bulunan Karamanoğlu ve İsfendiyaroğlu'nun mevcudiyeti, Yıldırım'ın değil 10 sene Anadolu'yu gözden uzak tutması 1 sene bile gözden uzak tutmasına imkan vermiyordu.
Yıldırım Bayezid Han bunu gözönüne alarak, şimdilik Rumeli'yi rahat bırakmayı, Rumeli ile yapacağı cihada mani olan engeleri ortadan kaldırmayı plânladı. Tabii ki bu engeller, Karamanoğlu ile İsfendiyaroğlu idiler.
Öte yandan Rumeli'yi iyice başıboş bırakmamak için kumandanlarından Firuz Bey'i Tuna boylarına göndererek, oraları didiklemesini, ayrıca Vidin Kalesini fethederek o bölgelerdeki politikaları dikkatle takip etmesini Firuz Bey'e tenbih etmeyi unutmamıştı. *
Kendisi, askerin büyük bir bölümüyle Anadolu'ya geçmişti. Anadolu'da müstakil beylikler halinde Aydın, Saruhan, Menteşe, Germiyan, Karaman ve tsfendiyar Beylikleri hüküm sürmekteydiler.
Ne var ki o sırada vefat eden Saruhan Bey'inin eyaletini, Karesi eyaletine ilhak eden Yıldırım Bayezid, Aydın Beyliğini de ortadan kaldırmıştı. Germiyan Beyliği, bu olanlardan ürkerek, derhal Yıldırım'ın huzuruna gelerek arz-ı sadakat etmişse de, sadakatini gösterme fırsatı olarak kendisine Rumeli'ne geçmesi emredilmiştir. Bu durumu dikkatle takip eden Menteşe Beyi, çoluk çocuğunu taşınabilir malının büyük kısmını yanına alıp, beyliğini, topraklarını Yıldırım Baye-zid'e terk etmiştir. Artık sıra Karamanoğlu'na gelmişti. Belki diğer beylikleri ortadan kaldırmaya sebeb yoktu diyen tarihler vardır. Şunu belirtmeliyiz ki, küffara yapılacak seferde mutlak surette geri hatların emniyeti temin olunmalıdır. Müstakil olan bu beylikler, aşiret asabiyetiyle Osmanlıyı rahat bırakmazlardı. Avrupa'da savaşacak mücahidler ordusunun arkasında böyle bir kambur bırakılamazdı. Nitekim bırakılmamıştır da... Diğer beylikler için sebeb yoktu diyen birçok tarihler, Karamanoğlu'na gelince, zaten onun hiçbir zaman rahat durmadığını, hatta Kosova Meydan savaşında kafirlerle irtibatlı olduğunu ve münasebetlerinin bulunduğunu söylerler. Aslında buna da fazla itibar etmemek gerekir. Çünkü kesindir ki, Hüdavendigâr lakabının tecelisi olarak, Anadolu •müslümanları Kosova savaşına alaka göstermişler, hiçbir ihtilafı konu etmeden, davayı bir hilal-salip kavgası olarak kabul edip, Hüdavendigâr'ın daveti şerefine seve seve koşmuşlar, bu mücahidler ordusunun dört başı mamur bir zaferle taçlanmasına bileklerinin gücü, kalplerinin zikriyle katılmışlardır. Biz Karamanoğlu'nun küffar ile anlaştığı yolundaki söylentileri kabul etmiyoruz. Belki Karamanoğlu içinden birkaç siyasetçi «mağlub olursak..» korkusuyla böyle bir muhaberata ginnişlerse, bu bütün karamanoğlu askerine teşmil edilemez. Karamanoğlu ve diğer beyliklerin ortadan kaldırılmasının lüzumu tek maddede belidir ve bizim görüşümüze daha uygun gelmektedir. Haçlı Dünyasıyla çarpışacak İslam Mücahidleri, arkalarında post kavgası, toprak kavgası çıkarabilecek hiçbir ihtimal bırakmama tutumunu takip etmişler, elhak doğrusunu yapmışlardır. Daha sonraki tarih safahatı göstermiştir ki, batı üzerine gidilecek seferler, daima şarktan gelen belalar yüzünden aksamıştır. Timur belâsı gibi...
Karaman üzerine gidilip Konya fetholunmuş ve Çehar şen-be Nehri hudut sayılıp ikiye bölünerek bir kısmı Osmanlı Devletine ilhak olunmuştur. H. 792/M. 139O'ı gösteriyordu tarih...
Şimdi sıra Kastamonu, Sinop ve Samsun'da hükmünü sürdüren İsfendiyaroğuları Beyliğindeydi.
Fakat Yıldırım, Ulah askerinin Tuna Nehrini geçerek Rumeli'nin bazı yerlerini tazyik ve tahrib etmeye başladığını haber alınca, derhal Rumeli'ye geçti. Bu geçiş, İsfendiyaroğ-lu'nun ve Kostantiniyye üzerine yapılacak seferleri şimdilik iptal demekti.
Vİdin'i fetihle görevlendirilen Firuz Bey, vazifesini yerine getirmiş, Vidin Kalesine İslam Sancağını çektiği gibi, Üiah memleketinin de tozunu atmaya başlamıştı. Buna mukabale-i biPmisilde bulunan ülahlılar, Tuna'yı geçip evlad-ı fatihanı rahatsız etmeye başladıkları hırada, Yıldırım unvanına layık padişah Bayezid han, son sür'atle muzafferen Bükreş'e girerek, Ulah Bey'ini imtiyazlı bendegân olarak rnaiyyetine almıştır. Tarih H. 793/M. 1391 yılını gösterdiğinde Yıldırım o işi de, yıldırım hızıyla halletmiş oluyordu.
Durum Yıldırım Han'ın Rumeli'de kalmasını icab ettirirken, sür'ati hareketine istinaden Yıldırım Anadolu'ya geçerek İsfendiyar Oğlu'nun üzerine yürümüş, sonra da Sivas üzerine sefer açmıştı.
Halbuki Avrupa'nın durumu Sultanı düşündürücü bir hal almıştı. Çünkü Osmanlıların Avrupa'ya yerleştiğini gören Doğu Avrupa Aİmanyası imparatoru IV. Şarl (de Lüxem-borg)'ın oğlu Sgismund'un kumandanlığında birleşmekte idiler. Yani Osmanlı kuvvetinin akıntısı Avrupa sularını karıştırarak, küçük bir anafor meydana gelmesine sebeb oluyordu.
İşte iki ateş arasında kalmanın zamanı geliyordu. Hiç olmazsa dahili yangından korunmak için Anadolu birliğinin ve Bizans'ın tehlike tevlid edebilecek durumlarının izale edilmesi lâzımdı.. Yıldırım Bayezid Han, gayretlerini bunu temine hasrediyordu. Bu gailenin yanında Avrupa gailesi, ayrıca Timur'un Anadolu'ya gelmesi tehlikesi pek yakın değilse de, uzak da değildi.
Sigismund, annesi tarafından miras yoluyla Prusya Dukalığını aldığı gibi, karısı Maria'mn babası Macar Kralı Lui'nin ölümüyle Macarlar tarafından kral seçilmişti. Böyle kolaylıkla ele geçirilmiş makamlara; CIlah, Boğdan, Erdel, Bosna memleketleri de iltihak etmişti. Sigismund, aradan çok geçmeden Almanya imparatorluğu tacıyla, Bohemya krallığı taçlarını miras ve seçim yollarıyla uhdesine almıştı. Baltık deniz sahili ile Tuna sahillerine kadar olan topraklar Sigis-mund'un idaresine kalmış, sanki bir Avrupa kralı meydana çıkmıştı.
ACEMİ OĞLANI - Nedir Ödev İndir
ACEMİ OĞLANI
Acemi ocağına alınan ocak eri. Önceleri savaşta tutsak edilen çocukların beşte biri alınırdı. Zamanla bu yöntem, büyüyen imparatorluğun gereksinimini karşılayamaz oldu ve reaya çocuklarından devşirme yoluyla acemi oğlanı toplanmaya başlandı. Devşirmeler, her iki evden bir çocuk olmak üzere alınırdı. III. Murat döneminde acemi ocağına kapıkulu erlerinin çocukları alınmaya başlandı. Acemi oğlanı, acemi ocaklarının kapanmasıyla ortadan kalktı.
Acemi ocağına alınan ocak eri. Önceleri savaşta tutsak edilen çocukların beşte biri alınırdı. Zamanla bu yöntem, büyüyen imparatorluğun gereksinimini karşılayamaz oldu ve reaya çocuklarından devşirme yoluyla acemi oğlanı toplanmaya başlandı. Devşirmeler, her iki evden bir çocuk olmak üzere alınırdı. III. Murat döneminde acemi ocağına kapıkulu erlerinin çocukları alınmaya başlandı. Acemi oğlanı, acemi ocaklarının kapanmasıyla ortadan kalktı.
ACEMİ OCAĞI - Nedir Ödev İndir
ACEMİ OCAĞI
Osmanlı Devleti'nde kapıkulu ocaklarına alınacak devşirmelerin Türk - İslâm terbiyesi aldıkları ve ilk askerî eğitimlerini yaptıkları ocak. 14. yüzyılda ilk kez Gelibolu'da kuruldu. Acemi ocağına alınacak devşirmeler, önce Anadolu'da Türk ailelerinin yanlarına verilir, burada Türkçe öğrenirler, Türk-İslâm terbiyesi alırlardı. Türk ailelerinin yanında olan bu devşirmeler de acemi ocağından sayılırlardı. İstanbul'un fethinden sonra İstanbul'da da bir acemi ocağı kuruldu ve Gelibolu'daki ocak ikinci plana düştü. Acemi ocağı erleri, Türk ailelerinin yanından döndükten sonra, yaşları küçükse yeniçeri odalarında, diğerleri ise devlete ait tersane ve imalathanelerde, odun ambarlarında, inşaatlarda, buz kayıklarında, at gemilerinde çalışırlar, en değerlileri de saray hizmetine alınırdı. 17. yüzyılda isteyen herkes acemi ocağına girmeye başladı, ocak düzeni ve disiplini bozuldu. Acemi ocağına Vakai Hayriye ile son verildi (1826). (bakınız) DEVŞİRME, VAKAİ HAYRİYE
Osmanlı Devleti'nde kapıkulu ocaklarına alınacak devşirmelerin Türk - İslâm terbiyesi aldıkları ve ilk askerî eğitimlerini yaptıkları ocak. 14. yüzyılda ilk kez Gelibolu'da kuruldu. Acemi ocağına alınacak devşirmeler, önce Anadolu'da Türk ailelerinin yanlarına verilir, burada Türkçe öğrenirler, Türk-İslâm terbiyesi alırlardı. Türk ailelerinin yanında olan bu devşirmeler de acemi ocağından sayılırlardı. İstanbul'un fethinden sonra İstanbul'da da bir acemi ocağı kuruldu ve Gelibolu'daki ocak ikinci plana düştü. Acemi ocağı erleri, Türk ailelerinin yanından döndükten sonra, yaşları küçükse yeniçeri odalarında, diğerleri ise devlete ait tersane ve imalathanelerde, odun ambarlarında, inşaatlarda, buz kayıklarında, at gemilerinde çalışırlar, en değerlileri de saray hizmetine alınırdı. 17. yüzyılda isteyen herkes acemi ocağına girmeye başladı, ocak düzeni ve disiplini bozuldu. Acemi ocağına Vakai Hayriye ile son verildi (1826). (bakınız) DEVŞİRME, VAKAİ HAYRİYE
AYDINLANMA ÇAĞI - Nedir Ödev İndir
AYDINLANMA ÇAĞI
Aydınlanma kavramıyla genel olarak anlatılmak istenen insanın geleneksel görüşlerden, otoritelerden, bağlılıklardan, inançve önyargılardan aklıyla kendisini kurtarıp ve yine akla dayanarak hayatı kavramaya ve düzenlemeye çaba göstermesidir. Özel anlamında XVII. ve XVIII. yüzyıldan itibaren Batı düşüncesinde, Kilisenin teolojik ve Skolastik anlayış ve zihniyetiyle mücadele ederek insan ve evren konusunda aklın bağımsızlığını ve belirleyiciliğini esas alan Öğretiye de aydınlanma adı verilir.Aydınlanma kavramı gerçekle daha Antik Çağ'da bilinmektedir. M.ö. V. yüzyılda Yunan düşüncesinin ulaştığı seviyenin "Grek Aydınlanması" bazan da "Yunan Mucizesi" terimleriyle İfade edildiği görülür. Buna göre Grek aydınlanmasından önceki dönemlerde Yunan düşüncesine, mitosa dayalı kozmogonik bir inanışın hakim olduğu, ancak bu inanışın etkisinin zayıflamasıyla yeni bir düşüncenin, insanı tek Ölçü kabul eden akla dayalı bir düşüncenin oluşturulduğu görülmektedir. Thalcs İle başlayan evreni ve doğayı akılla kavrama ve açıklama çabasına Sofistlerin eleştiri ve yeni düşünce ufuklarını yoklama çabaları katılır. Ayrıca geçmiş düşüncenin doğa ve evren ile sınırlı tutuluşu yetersiz bulunarak insan ve kültür sorununa dikkat çekilir. İnsan ve kültür iie ilişkili her alan spekülasyon ve metafizik konumdan bağımsız kendi gerçekliği İçinde tartışılır, açıklanır ve kavranır. Buna bağlı olarak toplum hayatı çeşitli açılardan araştırılır. Sözgelimi devlet, toplum ve dinin ne oldukları, kaynaklan, nasıl olmaları gerektiği üzerinde tartışılırken, geleneksel tutum da bir tarafa bırakılır, hatta bu tutum da eleştiriye konu cdİ-lir.
Yeni Çağ Aydınlanması önce İngiltere'de ortaya çıkmış buradan Fransa'ya yönelmiştir. Üçüncü bir merkez durumunda olan Almanya'ya ise, hem İngiltere, hem de Fransa yollarıyla ulaşmıştır. Öte yandan Yeni Çağ Aydınlanması merkez tuttuğu ülkelerin toplumsal-siyasal ortam ve şartlarına uygun niteliklere de bürünmüştür. Bu bakımdan Fransa'da ödünsüz bir radikalist nitelik kazanmıştır. İngiltere'de pratik ve deneyci, Fransa'da akılcı, Almanya'da genel olarak mistik kalıcı bir biçime dönüşmüştür.
Yeni Çağ Aydınlanması her ne kadar XVII ve XVIII. yüzyılda ortaya çıkıp etkisini duyur-duysa da, kökleri bakımından İlk çağa kadar uzanır. Bu anlamda Yeni Çağ Aydınlanması kaynağını ilk çağda bulma yanında ruhunu da oradan dcvşirmİştİr, denebilir.
İlk önce İtalya'da kendini açığa vuran hümanist anlayış, Yıınan-Roma kültür birikiminin, Hıristiyanlık İle uzlaştırılması kaygusunu ikinci sıraya kaydıracak, bunun yerine, bu kültürün özgün ruhunu kavramayı amaç bilecektir. Böylece ilk Çağ Grek aydınlanması yeniden canlandırılma, uyandırılma, hayatın bütün alanlarında yeniden egemen kılınma etkinliğine kavuşturulmak istenecektir. XV. yüzyılda önce İtalya'da uyanan, sonra Fransa, A/manya, Hollanda, İspanya, Portekiz, İngiltere gibi Avrupa'nın önemli bölgelerine ulaşan bu Yu-nan-Roma ruhu, XVII-XVIIT. yüzyılda İngiltere'den başlayarak kıta Avrupasına Aydınlanma düşüncesi kimliğiyle hakim olacaktır.
Aydınlanmanın bu kimliği gözönüne alındığında tanımlamasını şu şekilde yapmak mümkündür: İnsanın düşünme ve değerlendirmede din ve geleneğe bağlı kalmaksızın kendi aklı ve kabiliyetleri bakımından hayatını (fert ve toplum hayatım) kavrayarak düzenlemesi, yon vermesi, kısaca aydınlatmasıdır. Kant, İçinde yaşadığı çağın mahiyetine uygun olarak Aydınlanmayı "Was İst Aufklarung?": (Aydınlanma Nedir?) (1784) İsimli yazısında şöyle tanımlar: "Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir crgİn-olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır." Kanl'a göre insan aklını kullanmadığı takdirde suçlu durumuna düşmektedir, dolayısıyla başkalarının Önderliğinde hayatını düzenlemeye çalışması onun aydınlanmaktan uzak kalması sonucunu doğurur. Öyleyse insan artık bizzat aklını kutlanmak durumundadır. İşte XV. yüzyıldan itibaren, yani Hümanizm ve Rönesans ile yapılan ve gerçekleştirilmeye çalışılan düşüncenin en yüksek noktası, XVII-XVIII. yüzyılda gerçekleşmiş olduğundan bu çağ "Aydınlanma Çağı" şeklinde tanımlanmıştır.Böylece Aydınlanma Çağı tarihi süreç içinde bakıldığında Orta Çağdan düşünce, zihniyet, hayat anlayışı, dünya görüşü bakımlarından bütünüyle farklı bir yeniliği anlatır. Bu yeniliğin başlangıcı olan Rönesans, aşkın olan, menşei ve amacı bir üst-dünyada bulunan bir hayat düzeni ve dünya görüşünden, kaynağı ve amacı bu dünyada bulunan bir hayat düzeni ve dünya görüşüne geçiştir. Burada artık düşünce açısından tarihi otoritelerden bağımsız olma, dünya ve hayatı kavrama ve düzenlemede sadece deney ve aklın sağladığı gerçeklere dayanma, düşünmede ve değerlendirmelerde özgürce davranma temel esaslardır. İşte bu esaslara dayanılarak XVII. yüzyılda bir birliğe, bütünlüğe, kısacası bir dünya görüşü oluşturulmaya çalışıldığı görülecektir. Nitekim bu yüzyılda artık evrenin ve tabiatın deney ve gözlem aracılığıyla araştırılması, ulaşılan ya da toplanılan bilgilerin matematik ve fizik dilleriyle açıklanması, felsefenin de bunu kendisine örnek alması savunulacaktır. Yani doğa ile insan aklı arasında bir uygunluğun bulunduğu, aslında aklî bir yapıya sahip olan doğanın akıl(ratio) ile kavranacağı anlayışına sanlınır. Aynı şekilde felsefenin alanına giren Tanrı, ruh, iyi, kötü, doğru kavramlarının da akıl ile bilinebileceğine tam bir güven sergilenir. Gerçekten bunun Descartes ve Spinoza felsefelerinde gerçekleştirilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Descartes felsefesini, kesinlikleri İnkâr olunamayan bilgi veya düşünceler üzerine kurmayı amaçlarken, Francİs Bacon'ın kesin bilgiye ulaşmada temel aldığı tümevarım yönteminin aksine tümdengelimi savunuyordu. Ancak Bacon gibi Descartes da, geçmişin geride bırakılması gerektiğini, insanlığın geleceğinin bilim tarafından belirleneceğini, bilim ile teolojinin bu bakımdan ayrılmalarının zorunlu olduğunu ve deneyin önemini vurguluyordu.
XVIII.yüzyılda DescartesveSpinoza'nın felsefi sistemlerinden uzaklaşılacak, metafizik spekülasyon olarak nitelenen düşünceler şiddetle eleştirilecek, bunların yerine özellikle Hume felsefesinde "sağduyu felsefesi" (com-mon sens), gelişecektir. Kuşkusuz akla karşı beslenen güven daha da artmış olarak sürecektir bu yüzyılda da XVI. ve XVII. yüzyılda doğa üzerinde akla dayanarak gerçekleştirilen egemenlik, XVIII. yüzyılda benzer şekilde kültür dünyasına uygulanacaktır. Böylece XVIII. yüzyılın Aydınlanma Çağı olarak nitelendirilme nedeni de ortaya çıkacaktır: İnsan aklı kültürün bütün alanlarında egemen duruma gelmeli, bilginin gelişimini temel alan "entellekt ü-el bir kültür" oluşturulmalıdır. Aklın ışığına dayanan bu kültür "sonsuz bir ilerlemeyi" kapsamalıdır. İnsanın özgürlüğü, mutluluğu ancak böylece sağlanır ve sürekli gelişim içinde olabilir. Bunun için aklın, tarih içinde oluşmuş bütün kurumları eleştirir bir tavır takınması gerekir ki, toplum, devlet, din, eğitim vb. yeniden aklın ilkelerine uygun bir biçimde düzenlenebilsin. Nihayet aklın önderliğiyle gelişecek olan aklî kültür, insanlığın birleşeceği bir zemin oluşturmalıdır.
XVIII. Yüzyıl Aydınlanması XVII, yüzyıldan farklı olarak düşünceyi geniş çevrelere yaymak ve benimsetebilmek için bilimin anlatımı yerine, çeşitli ifade türlerine başvurur; düşünürleri de sistematik değil, genel olarak edebiyatçılar ve yazarlardır. Locke, Voltaire, Montesquieu, Rousseau, Hume vb. Ayrıca bunlar kendi milli dillerini kullanmaya da özen gösterirler. Düşüncelerinin yayılmasında, hemen her türden İletişim araçlarını kullanmışlar, özellikle felsefeyle iç içe olan edebiyatın etkisiyle geniş çevrelere ulaşmaları mümkün olabilmiştir. Felsefenin geniş çevrelere yayılıp eğitici ve yetiştirici görev üstlenmesi, felsefe sorunlarının yoğun bir şekilde tartışılması bu yüzyıh Aydınlanma yanında "Felsefe yüzyılı" olarak nitelendirmeye de götürmüştür.
Ayrıca XVIII. yüzyılın aydınlanmasında laik dünya görüşünün bilinçli bir şekilde temel alındığı da belirtilmelidir. Yine XVIII. yüzyıl
Aydınlanması aklı icmcl İlke olarak hayalın hemen bütün alanlarında bu ilkeyi hakim kılmayı amaçlarken, öte yandan bu hakimiydi sarsıcı tutumları da, karşıtlarım da içinde taşıyacaktır. Nitekim Shaficsbury'nin güzellik ideali, Rousseau'nun duyarlığı, bu "akıl çağfna karşıt unsurlardı. Akla karşı duyulan aşırı İnanç ve güven, bizzal yüzyılın ünlü düşünürü Kant'ın akla yönelttiği eleştirilerle sarsılacaktır. Gerçekten XIX. yüzyılda Aydınlanmanın karşısına çıkacak ve onun etkisini silmeyi amaçlayacak olan Romantizm kaynağını da bir anlamda orada bulacaktır.
ingiltere'de Aydınlanma, insan doğasını incelemede öncülüğü üstlenen John Locke İle başlatılabilir. Locke./1/J Essay Conccming Ilıtman ııtulerstanding: (İnsanın Anlama Yetisi Özetine Bir Deneme) (1690) adlı eserinde bilginin deneyden, düşünme faaliyetiyle ayıklanıp sınırlandırılmış duyumlardan geldiğini, insan zihninin boş bir levha (labularasa) gibi olduğunu, dolayısıyla doğuştan idealarııı bulunmadığını, yaşanıldığı sürece edinilen deneylerle bu boş levhanın doldurulduğunu ileri sürdü. Ayrıca insanı biçimlendiren şeyin yaşanılan ortam okluğunu, buna bağlı olarak yaşanılan ortamın geliştirilmesiyle, insanın da gelişeceğini belirtiyordu. İngiliz Aydınlanmasının son temsilcisi olan Humc akılcı düşüncenin temci ilkesi kabul edilen nedensellik İlkesine kuşkuyla yaklaşırken, Locke'tan ayrı olarak her ideanın önceden bir izlenime dayanması gerektiğini belirtiyor ve deneyin temeline de İnsanın salt algılarını koyuyordu.
İngiltere'de din alanında aydinlanmacı düşünce beklenilen sonucu vermedi. Gerçi Aydınlanma düşüncesinde ortaya çıkan Deizm (Yaradancılık) İlk kez İngiltere'de yaygınlaşırsa da Hıristiyanlığın doğal din anlayışını engellediği görüşü pek taraftar bulmadı. Özellikle Anglikan kilisesinin tutumu buna engel oldu. Dcİznı bunun üzerine kıla Avrupasına, Fransa'ya yöneldi. İngiltere'ye sığınmadan önce Hıristiyanlık karşıtı bîr akılcılığı savunan Voltaİrc; ülkesine döndüğünde Dcizmin din anlayışını dikkat çekici bir şekilde ifade etti. 1760'larda yazdığı Dictionnaire phitosophique
(Felsefe Sözlüğü)y\c din adamlarını şiddetle eleştirirken Dcizmin Tanrı anlayışını da ortaya koydu. Ayrıca Rousscau Emil adlı eserinde Tanrıyla insan arasına giren bütün öğreti ve kuruluşları reddetmiş, Voltaire'in bu husustaki düşüncesiyle aynı paralelde yer almıştır.
Kısacası Aydınlanmanın din anlayışı "akıl dini" ya da "doğal din" olarak ortaya çıkmaktadır. Locke, Christian Wolff gibi "Akıl" veya "doğal" din anlayışıyla Hıristiyanlığı bağdaştırmak isteyenler de olmuştur. Buna karşılık John Toland gibi Hıristiyanlığı bütünüyle bir akıl dini haline getirmek isteyenler de olmuştur. O "Panlhdstikon" adlı eserinde bir "doğal din" kültürünün taslağını ortaya koyar. Vahyin de akla uygun olmasını şart koşar.
Fransız Aydınlanmasında Voltaire'in radikal tutumundan daha katı bir tutumu Hıristiyan dogmalarına karşı Denİs Diderot sergileyecektir. Düşüncelerini Ansiklopedi 'de yayımladığı İçin Kilise otoritesinin sarsılmasında daha eıkin olmuştur. Yine Fransız maddecilerinden d'Holbach Sysleıne ile la natııre (Doğa sistemi) adlı eserinde Tanrı kavramını eleştirecek ve Tanrı kavramının birtakım doğal olaylar karşısında duyulan korkular ile bilgisizlikten doğduğunu ileri sürecektir.
özet olarak aydınlanma çağı, felsefede skolastik kavramlardan ve dogmatik tartışmalardan aklın belirleyiciliğine olan güvene; dinde imana dayalı bir anlayıştan salt akla dayalı bir din anlayışına; politikada monarşîk ve teokratik biryönetimden insanların (topluma) faydasına hizmet edecek bir yönelime; eğitimde dini bir eğilimden insanın kendi yetilerini özgürce geliştirebileceği bir eğitim anlayışına; Özetle dini bir dünya görüşünden insan-yapısı ve seküler bir dünya görüşüne geçiş anlamına gelir. Ancak Aydınlanma'nın NVeber'İn belirttiği gibi evrensel bir hadise olmayıp çeşitli etkenlerin Batı Avrupa'da birleşmesi sonucu ortaya çıkmış, özel bir durum olduğu ve her ulusun kendi aydınlanmasını kendisinin layin etmesi gerektiği de belirtilmelidir. Nitekim İskoç aydınlanması ve Rus aydınlanması böyle kendi kaynaklarına yönelerek gerçekleştirilmiş aydınlanmalardır. Kuşkusuz İslam ülkelerinin aydınlanması da, kendi fikri ve tarihi mirasına yeniden sahip çıkıp onu harekel noktası olarak almasıyla mümkün olacaktır.
İsmail KILLIOĞLU[1]
[1] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/102-105.
ACAR, Salih Kimdir? Ansiklopedik bilgi - Ödev İndir
ACAR, Salih Kimdir? Ansiklopedik bilgi
(1927 Sofya) ressam ve dekoratör. İlk ve ortaöğrenimini Sofya'da, yükseköğrenimini İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde yaptı. Aynı akademinin resim ve heykel bölümlerinde görev aldı. Yapıtlarını Devlet Resim ve Heykel Müzesi'nde sergileyen Acar, bir yandan da otel, tiyatro, sinema gibi yerlere süsleyici nitelikte resimler yaptı. Tablolarında en çok işlediği konu, kuşlardır. Stilize edilmiş bir üsluba sahiptir.
ACAROĞLU Türker kimdir? Ansiklopedik bilgi - Ödev İndir
ACAROĞLU Türker kimdir? Ansiklopedik bilgi
ACAROĞLU Türker (1915 Razgrad) kütüphanecilik uzmanı ve yazar. İlkokul ve ortaokulu Bulgaristan'da okudu. Türkiye'ye geldikten sonra Adana Öğretmen Okulu'nu (1937), Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdi (1940). Ayrıca Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hungaroloji Enstitüsü'nde okudu. Bir süre öğretmenlik yaptı. Türkiye'de ve Fransa'da kütüphanecilik dalında uzmanlık öğrenimi gördü. Uzun yıllar İstanbul'da basma yazı ve resimleri derleme müdürlüğü görevinde bulundu (1952-74). Bu görevinden emekliye ayrıldı. Başlıca yapıtları: "Çocuk Şiirleri Antolojisi" (derleme, 1944), "Bulgar Hikâyeleri Antolojisi" (çeviri, 1967), "Şair ve Yazarların Hayatları" (1963, 2. baskı "Şairler ve Yazarlar" adıyla, 1967), "Edebî Eserler Sözlüğü" (1965), "Türk Halk Bilgisi ve Halk Edebiyatı Üzerine Seçme Yazılar Kaynakçası" (1972), "Türk Halk Ozanları ve Destanları Kaynakçası 1928 - 1973" (1978), "Açıklamalı Atatürk Kaynakçası" (1981).ACAR, Kuzgun Kimdir? Ansiklopedik bilgi - Ödev İndir
ACAR, Kuzgun Kimdir? Ansiklopedik bilgi
ACAR Kuzgun (1928 İstanbul - 1976 İstanbul) heykeltıraş. Türkiye'de soyut heykelciliğin öncülerindendir. Güzel Sanatlar Akademisi'nde ve Zühtü Müridoğlu atölyesinde öğrenim gördü. 1961'de Paris Genç Sanatçılar Topluluğu'nun sergisinde birincilik ödülünü kazanarak, Paris'te bir yıllık burs aldı. Türkiye'ye döndükten sonra, yapı cephelerinde heykel süslemeleriyle uğraştı. 1975'te Mehmet Ulusoy'un sahneye koyduğu Bertolt Brecht'in "Kafkas Tebeşir Dairesi" yapıtının masklarını hazırladı. Evinde geçirdiği bir kaza sonucu öldü.BIRINCI INÖNÜ SAVASI - Nedir Ödev İndir
BIRINCI INÖNÜ SAVASI
Büyük Yunanistan'i gerçeklestirmek amaciyla, Itilaf Devleteri'nin desteginde Izmir ve çevresini isgal etmis bulunan Yunan Ordusu, Usak'i aldiktan sonra ilerlemesini durdurmus, Gediz Saladirisi'ndan sonra buralari da ele geçirmisti.
Bu sirada Yunanistan'da iktidar degismisti. Kral Aleksandr bir maymun tarafindan isirilmis ve 1920 Ekim sonunda ölmüslü. Venizelos seçime gitmis, fakat 14 Kasim 1920'de seçimleri kralcilar kazanmisti. Tahtindan resmen feragat etmemis ve sürgünde bulunan Kral Constantin Türk-Yunan Savasi'ni devam ettirdigi takdirde Ingiliz destegini saglayabilecegini bilerek 19 Aralik'ta Atina'ya geldi. Yunan halki savastan bikmis ve Venizelos'un seçimi kaybetmesinde bunun da etkisi olmasina ragmen, Kral da "Megalo Idea" cilardan oldugu ve Ingilizleri memnun etmek için Anadolu Savasi'na devam etmeye karar verdi. Yunan Ordusu Komutani Papulos da yeni Hükümete, Türk Ordusu henüz kurulus asamasinda iken, yeterince kuvvetlenmeden bir kesif saldirisi yapilmasini teklif etti. Ethem'in ayaklanmasini yakindan izleyen Yunanlilar bu firsati kaçirmak istemediler. Türk milislerinin en kuvvetlisi Ethem ayaklanmis ve Türkler birbirleriyle savasa baslamislardi. Yunan Ordusu önce Usak Cephesi'nde sasirtici hareketlerde bulunduktan sonra 6 Ocak 1921 tarihinde, Eskisehir'i isgal etmek ve demiryolunun geçtigi bu yerleri kontrol altina almak amaciyla Inönü mevkiinde taarruza basladi.
Silah, cephane, malzeme ve araç bakimindan çok üstün bulunan Yunanlilarin 20.000 tüfek, 150 agir makinali tüfek, 50 top ve 200 süvarilerine karsilik Türk Ordusu'nun 6.000 tufek, 50 makinali tüfek, 28 top, 300 süvarisi vardi. Ethem kuvvetleri ayaklandiklari için Türk Ordusu onunlada savasiyordu. Bu sebeple Türk Ordusu Yunanlilari oyalayarak ve yer yer agir kayiplar verdirerek kademe kademe çekilme taktigi uyguladi. Yunanlilar Türk Ordusu'na ancak 9 Ocak'ta yetisebildiler. Yaklasik üç kat üstün olan Yunan Ordusu genel saldiriya geçti. Türk Ordusu'nda yer yer çözülmeler oldu. Yipranan ve kayiplar veren Yunanlilar takviye kuvvetler alarak, saldirilarini sürdürdüler. Türk Ordusu'nun geri çekilmesi gerekiyordu. Ankara'dan gelen emirde, eger Eskisehir'i korumak olanaksiz ise, ordunun Eskisehir'in dogusuna çekilebilecegi bildiriliyordu. Fakat Cephe Komutani Ismet Pasa çekilmeye gerek görmeyerek 10 Ocak gecesi Eskisehir'in batisinda savasi kabul etti. Türk Ordusu'nun her kitasina, bu cephede, "Her subay ve erin kudretinin çok üstünde çaba harcamasi, ölümü hiçe sayarak her karis topragi savunmasi ve Türk komutasinin azim ve karari karsisinda düsmanin azim ve kararinin kirilmasi." emri verilmisti. Fakat Yunan Ordusu saldiriya devam etmeyerek geri çekildi. Türk Ordusu Yunan Ordusu'nu izleyecek güçte degildi. Bu yüzden takip harekati yapilamadi. Bati cephesinde kurulan düzenli ordu, ilk sinavini büyük basariyla sonuçlandirdi. T.B.M.M.'nin Ordulari Yunanlilari ve Ethem'i yenerek büyük umut verdi. Yunanlilar ilk kez düzenli orduyla karsilastilar ve ilk yenilgiyi aldilar. Bu basari ile T.B.M.M.'nin otoritesi büyük güç kazandi. Kanun hakimiyeti ve asayis saglandi. Istiklal Mahkemeleri'ne ihtiyaç kalmadigi düsünülmeye baslandi. Halkin Ulusal Ordu'ya güveni artti. Milis kuvvetler sorunu kapandi. M. Kemal Pasa, Cephe Komutani'ni Meclis adina, bu basaridan dolayi kutladi. ismet Bey basarisindan dolayi Mirliva'liga yükseldi.
Türk Ordusu'nu mutlaka yenecegine inanan Papulas, kesif harekati yaptiklarini ve Türk Ordusu'nun gücünü ögrendiklerini söyleyerek yenilgiyi gizlemeye çalisti. Öysa taraflarin kayiplari kiyaslandiginda bunun kesif harekati olmadigi anlasilir. Eskisehir'i ve demiryolunu ele geçirmek amaciyla baslamis olan bu Yunan ilerleyisi basarisizlikla sonuçiandi. Bu yenilgi Yunan Ordusu'nda moral çöküntü yaratti.
Bu savasin dista da büyük yankilari oldu. Avrupa basini olaya genis yer verdi. Türk basarisinin önemini ve Yunanlilar'in Küçük Asya seferinin hayal kirikligi yarattigini belirtti. Sovyetler Birligi bundan sonra T.B.M.M. ve onun ordularinin gerçegini kabul etti.
Londra Konferansi
Birinci Inönü Savasi'nin kazanilmasi T.B.M.M. gerçegini Ingilizlere
de kabul ettirdi. Ingilizler isgal ettikleri Musul-Kerkük yöresinde de yerli halkin direnisiyle karsilastilar. Revandiz'de çikan ayaklanma üzerine Ingilizler burayi terk ettiler. Bu durum karsisinda Itilaf Devletleri Istanbul, Ankara ve Atina'dan gönderilecek delegelerin katilmasiyla 21 Subat 1921'de Londra'da bir konferans toplanmasina karar verdiler. 26 Ocak'da Sadrazam Tevfik Pasa'ya durumu bildirdiler. Tevfik Pasa 27 Ocak'ta M. Kemal'e durumu bildirdi. M. Kemal Pasa verdigi yanitta, Türkiye'in tek temsilcisi olarak T.B.M.M.'nin bulundugunu ve Istanbul'un, Türk Ulusu adina karar verecek yerin B.M.M oldugunu kabul etmesi ve eger Itilaf Devletleri hak ve adalet kurallarina göre bir çözüm ariyorlarya T.B.M.M.'ni dogrudan çagirmalari gerektigini bildirdi. Sadrazama yolladigi özel mektupta ise Padisah'in T.B.M.M.'ni resmen tanidigini ilan etmesini ve Istanbul'un Ankara'ya katilmasini istedi. Fakat Tevfik Pasa, Istanbul Hükümeti'nin devaminin gerekli oldugunu ve isbirligi yapilmasini önerdi.
Yazismalar bir sonuç vermemekle beraber, Tevfik Pasa, M. Kemal'e karsi yakinlik duymaya basladi. Yunanlilar'in 21 Subat 1921'de 70-80 bin kisilik bir kuvvetle saldiriya geçeceginin haber alindigini M. Kemal'e bildirdi. Ayrica M. Kemal Pasa hakkinda daha önce alinmis ölüm karari kaldirildi ve milliyetçiler için kullanilmasi yasaklanmis olan Bey ve Pasa gibi ünvanlarin yeniden kullanilmasi serbest birakildi.
M. Kemal Pasa, Itilaf Devletleri Türkiye'yi dogrudan çagirmadiklari takdirde konferansa katilmamak kararinda idi. M. Kemal'in kararli tutumu karsissinda Itilaf Devletleri, Italya araciligiyla T.B.M.M.'ni de konferansa çagirdilar. Bekir Sami Bey Baskanligindaki Türk heyeti Antalya üzerinden bir Italyan gemisiyle Brendizi'ye ve oradan da Roma'ya vardi. Heyet, Türkiye sorununda tek yetkili yerin T.B.M.M. oldugunu ve dogrudan çagirilmalari gerektigini bildiren bir nota verdi. Bunun üzerine Lloyd George, Ankara'yi konferansa çagirdi. Türk delegeleri konferansa ancak 27 Subat'ta katildilar. Ve Londra Konferansi 12 Mart 1921'de son buldu. T.B.M.M. delegesi Sevr diye birseyi tanimadigini, dolayisiyla Itilaf Devletleri'nin Sevr'in yumusatilmasi önerilerini kabul etmeyeceklerini belirtip, Misak-i Milli esaslari üzerinde görüsülebilecegini bildirdi. Fakat Itilaf Devletleri Türk gerçegini bir türlü kabul etmek istemediler. Sevr'in yumusatilmasi konusunda öneri getirdiler. Buna göre Izmir Ili güya Turkiye'ye verilecek, fakat sehirde Yunan kuvveti bulunacak asayis müttefik subaylarca saglanacak, vali hristiyan olacak ve Milletler Cemiyeti tarafindan atanacakti. Türkiye bu önerileri ulusal bagimsizlik ilkesine aykiri oldugu için kabul etmedi.
Londra Konferansi'na katilmayi kabul eden M. Kemal, Misak-i Milli'nin Itilaf Devletleri'nce kabul edilmeyecegini biliyordu. Fakat katilmakla, Türk Ulusu'nun sesini ve hakli davasini bütün dünyaya duyurmak firsati dogdu. Itilaf Devletleri T.B.M.M.'nin varligini kabul ettiler. Türkler baris istemiyorlar propogandalarina firsat verilmedi. Wilson'in 14 maddesi ilkesine uygun olarak hazirlanmis bulunan Misak-i Mili'nin Batili devletlere ve bati kamuoyuna duyurulmasi saglandi.
Londra Konferansi'ndan bir sonuç çikmadi. Zaten Yunanlilar 23 Mart 1921'den itibaren Bati Anadolu'da yeni saldiri hazirliklarina baslamislardi. Yunanlilar Türk Ordulari'ni yok etmeye güçlerinin yetecegini göstermek ve Türkleri Sevr'i kabule zorlamak için saldiri karari aldilar. Kralin, M. Kemal'in daha fazla dayanamiyacagi, genis bir orduyu besleyip, donatamiyacagi iddialarini kabul eden Lloyd George Yunan saldirisini uygun buldu. Oysa Fransiz ve italyan askeri gözlemcileri Yunan görüsünü paylasmiyorlardi. Fakat yine de Ingiliz Basbakani'ni desteklediler. Turk delegeleri daha yolda iken Yunan saldirisi basladi.
Bekir Sami Bey Londra Konferansi sürerken, Ingiliz, Fransiz, Italyan temsilcileri ile ayri ayri görüsülerek antlasmalar imzaladi (11-12 Mart 1921). Ingilizlerle esirlerin degistirilmesi üzerine antlasma yapildi. Buna ,göre Türkler, ellerinde bulunan Ingilizleri serbest birakacak, buna karsilik Ingilizler Ermenilere ve Ingiliz esirlerine zulüm ve suistimal etmemis olan Türk esirlerini iade edeceklerdi. Fransa ile yapilan antlasma geregince güney cephesinde çatismaya son verilecek, bu bölgedeki Türk kuvvetleri silahtan arindirilacak, buna karsilik bu bölgede Fransizlara bazi idari yetkiler taninacak, Diyarbakir ve Sivas sehirlerinin iktisadi kalkinmasi için Fransiz sermayesinden yararlanip Fransizlara bu yöredeki iktisadi ayricaliklar verilecekti. Buna karsilik Sevr'de belirtilen sinirlar üzerinde Türkiye lehine bazi degisiklikler yapilacakti. Italya ile yapilan antlasma ile de Italya, Izmir ve Trakya'nin Türkiye'ye geri verilmesini Konferans'ta savunacakti. Buna karsilik Italya'ya Izmir disinda, bati ve güney Anadolu sehirlerinde iktisadi ayrilaciklar verilecekti.
Bekir Sami Bey bu antlasmalari T.B.M.M. Hükümeti'nin onayini almadan imzalamisti. Türkiye'nin çikarlarina ters düsen ve ulusal bagimsizliga aykiri olan bu antlasmalari imza ettigi için Bekir Sami Bey, M. Kemal ve Meclis tarafindan sert sekilde elestirildi. Antlasmalar Meclis tarafindan onaylanmadi. Bekir Sami Bey ise baris firsatinin kaçirildigi görüsünde idi. Londra'dan döndükten sonra, M. Kemal kendisinin Disisleri Bakanligi'ndan çekilmesini istedi. Yerine, o sirada Moskova'da bulunan ve Moskova Antlasmasi'ni imzalayan Yusuf Kemal Bey geçti.
Büyük Yunanistan'i gerçeklestirmek amaciyla, Itilaf Devleteri'nin desteginde Izmir ve çevresini isgal etmis bulunan Yunan Ordusu, Usak'i aldiktan sonra ilerlemesini durdurmus, Gediz Saladirisi'ndan sonra buralari da ele geçirmisti.
Bu sirada Yunanistan'da iktidar degismisti. Kral Aleksandr bir maymun tarafindan isirilmis ve 1920 Ekim sonunda ölmüslü. Venizelos seçime gitmis, fakat 14 Kasim 1920'de seçimleri kralcilar kazanmisti. Tahtindan resmen feragat etmemis ve sürgünde bulunan Kral Constantin Türk-Yunan Savasi'ni devam ettirdigi takdirde Ingiliz destegini saglayabilecegini bilerek 19 Aralik'ta Atina'ya geldi. Yunan halki savastan bikmis ve Venizelos'un seçimi kaybetmesinde bunun da etkisi olmasina ragmen, Kral da "Megalo Idea" cilardan oldugu ve Ingilizleri memnun etmek için Anadolu Savasi'na devam etmeye karar verdi. Yunan Ordusu Komutani Papulos da yeni Hükümete, Türk Ordusu henüz kurulus asamasinda iken, yeterince kuvvetlenmeden bir kesif saldirisi yapilmasini teklif etti. Ethem'in ayaklanmasini yakindan izleyen Yunanlilar bu firsati kaçirmak istemediler. Türk milislerinin en kuvvetlisi Ethem ayaklanmis ve Türkler birbirleriyle savasa baslamislardi. Yunan Ordusu önce Usak Cephesi'nde sasirtici hareketlerde bulunduktan sonra 6 Ocak 1921 tarihinde, Eskisehir'i isgal etmek ve demiryolunun geçtigi bu yerleri kontrol altina almak amaciyla Inönü mevkiinde taarruza basladi.
Silah, cephane, malzeme ve araç bakimindan çok üstün bulunan Yunanlilarin 20.000 tüfek, 150 agir makinali tüfek, 50 top ve 200 süvarilerine karsilik Türk Ordusu'nun 6.000 tufek, 50 makinali tüfek, 28 top, 300 süvarisi vardi. Ethem kuvvetleri ayaklandiklari için Türk Ordusu onunlada savasiyordu. Bu sebeple Türk Ordusu Yunanlilari oyalayarak ve yer yer agir kayiplar verdirerek kademe kademe çekilme taktigi uyguladi. Yunanlilar Türk Ordusu'na ancak 9 Ocak'ta yetisebildiler. Yaklasik üç kat üstün olan Yunan Ordusu genel saldiriya geçti. Türk Ordusu'nda yer yer çözülmeler oldu. Yipranan ve kayiplar veren Yunanlilar takviye kuvvetler alarak, saldirilarini sürdürdüler. Türk Ordusu'nun geri çekilmesi gerekiyordu. Ankara'dan gelen emirde, eger Eskisehir'i korumak olanaksiz ise, ordunun Eskisehir'in dogusuna çekilebilecegi bildiriliyordu. Fakat Cephe Komutani Ismet Pasa çekilmeye gerek görmeyerek 10 Ocak gecesi Eskisehir'in batisinda savasi kabul etti. Türk Ordusu'nun her kitasina, bu cephede, "Her subay ve erin kudretinin çok üstünde çaba harcamasi, ölümü hiçe sayarak her karis topragi savunmasi ve Türk komutasinin azim ve karari karsisinda düsmanin azim ve kararinin kirilmasi." emri verilmisti. Fakat Yunan Ordusu saldiriya devam etmeyerek geri çekildi. Türk Ordusu Yunan Ordusu'nu izleyecek güçte degildi. Bu yüzden takip harekati yapilamadi. Bati cephesinde kurulan düzenli ordu, ilk sinavini büyük basariyla sonuçlandirdi. T.B.M.M.'nin Ordulari Yunanlilari ve Ethem'i yenerek büyük umut verdi. Yunanlilar ilk kez düzenli orduyla karsilastilar ve ilk yenilgiyi aldilar. Bu basari ile T.B.M.M.'nin otoritesi büyük güç kazandi. Kanun hakimiyeti ve asayis saglandi. Istiklal Mahkemeleri'ne ihtiyaç kalmadigi düsünülmeye baslandi. Halkin Ulusal Ordu'ya güveni artti. Milis kuvvetler sorunu kapandi. M. Kemal Pasa, Cephe Komutani'ni Meclis adina, bu basaridan dolayi kutladi. ismet Bey basarisindan dolayi Mirliva'liga yükseldi.
Türk Ordusu'nu mutlaka yenecegine inanan Papulas, kesif harekati yaptiklarini ve Türk Ordusu'nun gücünü ögrendiklerini söyleyerek yenilgiyi gizlemeye çalisti. Öysa taraflarin kayiplari kiyaslandiginda bunun kesif harekati olmadigi anlasilir. Eskisehir'i ve demiryolunu ele geçirmek amaciyla baslamis olan bu Yunan ilerleyisi basarisizlikla sonuçiandi. Bu yenilgi Yunan Ordusu'nda moral çöküntü yaratti.
Bu savasin dista da büyük yankilari oldu. Avrupa basini olaya genis yer verdi. Türk basarisinin önemini ve Yunanlilar'in Küçük Asya seferinin hayal kirikligi yarattigini belirtti. Sovyetler Birligi bundan sonra T.B.M.M. ve onun ordularinin gerçegini kabul etti.
Londra Konferansi
Birinci Inönü Savasi'nin kazanilmasi T.B.M.M. gerçegini Ingilizlere
de kabul ettirdi. Ingilizler isgal ettikleri Musul-Kerkük yöresinde de yerli halkin direnisiyle karsilastilar. Revandiz'de çikan ayaklanma üzerine Ingilizler burayi terk ettiler. Bu durum karsisinda Itilaf Devletleri Istanbul, Ankara ve Atina'dan gönderilecek delegelerin katilmasiyla 21 Subat 1921'de Londra'da bir konferans toplanmasina karar verdiler. 26 Ocak'da Sadrazam Tevfik Pasa'ya durumu bildirdiler. Tevfik Pasa 27 Ocak'ta M. Kemal'e durumu bildirdi. M. Kemal Pasa verdigi yanitta, Türkiye'in tek temsilcisi olarak T.B.M.M.'nin bulundugunu ve Istanbul'un, Türk Ulusu adina karar verecek yerin B.M.M oldugunu kabul etmesi ve eger Itilaf Devletleri hak ve adalet kurallarina göre bir çözüm ariyorlarya T.B.M.M.'ni dogrudan çagirmalari gerektigini bildirdi. Sadrazama yolladigi özel mektupta ise Padisah'in T.B.M.M.'ni resmen tanidigini ilan etmesini ve Istanbul'un Ankara'ya katilmasini istedi. Fakat Tevfik Pasa, Istanbul Hükümeti'nin devaminin gerekli oldugunu ve isbirligi yapilmasini önerdi.
Yazismalar bir sonuç vermemekle beraber, Tevfik Pasa, M. Kemal'e karsi yakinlik duymaya basladi. Yunanlilar'in 21 Subat 1921'de 70-80 bin kisilik bir kuvvetle saldiriya geçeceginin haber alindigini M. Kemal'e bildirdi. Ayrica M. Kemal Pasa hakkinda daha önce alinmis ölüm karari kaldirildi ve milliyetçiler için kullanilmasi yasaklanmis olan Bey ve Pasa gibi ünvanlarin yeniden kullanilmasi serbest birakildi.
M. Kemal Pasa, Itilaf Devletleri Türkiye'yi dogrudan çagirmadiklari takdirde konferansa katilmamak kararinda idi. M. Kemal'in kararli tutumu karsissinda Itilaf Devletleri, Italya araciligiyla T.B.M.M.'ni de konferansa çagirdilar. Bekir Sami Bey Baskanligindaki Türk heyeti Antalya üzerinden bir Italyan gemisiyle Brendizi'ye ve oradan da Roma'ya vardi. Heyet, Türkiye sorununda tek yetkili yerin T.B.M.M. oldugunu ve dogrudan çagirilmalari gerektigini bildiren bir nota verdi. Bunun üzerine Lloyd George, Ankara'yi konferansa çagirdi. Türk delegeleri konferansa ancak 27 Subat'ta katildilar. Ve Londra Konferansi 12 Mart 1921'de son buldu. T.B.M.M. delegesi Sevr diye birseyi tanimadigini, dolayisiyla Itilaf Devletleri'nin Sevr'in yumusatilmasi önerilerini kabul etmeyeceklerini belirtip, Misak-i Milli esaslari üzerinde görüsülebilecegini bildirdi. Fakat Itilaf Devletleri Türk gerçegini bir türlü kabul etmek istemediler. Sevr'in yumusatilmasi konusunda öneri getirdiler. Buna göre Izmir Ili güya Turkiye'ye verilecek, fakat sehirde Yunan kuvveti bulunacak asayis müttefik subaylarca saglanacak, vali hristiyan olacak ve Milletler Cemiyeti tarafindan atanacakti. Türkiye bu önerileri ulusal bagimsizlik ilkesine aykiri oldugu için kabul etmedi.
Londra Konferansi'na katilmayi kabul eden M. Kemal, Misak-i Milli'nin Itilaf Devletleri'nce kabul edilmeyecegini biliyordu. Fakat katilmakla, Türk Ulusu'nun sesini ve hakli davasini bütün dünyaya duyurmak firsati dogdu. Itilaf Devletleri T.B.M.M.'nin varligini kabul ettiler. Türkler baris istemiyorlar propogandalarina firsat verilmedi. Wilson'in 14 maddesi ilkesine uygun olarak hazirlanmis bulunan Misak-i Mili'nin Batili devletlere ve bati kamuoyuna duyurulmasi saglandi.
Londra Konferansi'ndan bir sonuç çikmadi. Zaten Yunanlilar 23 Mart 1921'den itibaren Bati Anadolu'da yeni saldiri hazirliklarina baslamislardi. Yunanlilar Türk Ordulari'ni yok etmeye güçlerinin yetecegini göstermek ve Türkleri Sevr'i kabule zorlamak için saldiri karari aldilar. Kralin, M. Kemal'in daha fazla dayanamiyacagi, genis bir orduyu besleyip, donatamiyacagi iddialarini kabul eden Lloyd George Yunan saldirisini uygun buldu. Oysa Fransiz ve italyan askeri gözlemcileri Yunan görüsünü paylasmiyorlardi. Fakat yine de Ingiliz Basbakani'ni desteklediler. Turk delegeleri daha yolda iken Yunan saldirisi basladi.
Bekir Sami Bey Londra Konferansi sürerken, Ingiliz, Fransiz, Italyan temsilcileri ile ayri ayri görüsülerek antlasmalar imzaladi (11-12 Mart 1921). Ingilizlerle esirlerin degistirilmesi üzerine antlasma yapildi. Buna ,göre Türkler, ellerinde bulunan Ingilizleri serbest birakacak, buna karsilik Ingilizler Ermenilere ve Ingiliz esirlerine zulüm ve suistimal etmemis olan Türk esirlerini iade edeceklerdi. Fransa ile yapilan antlasma geregince güney cephesinde çatismaya son verilecek, bu bölgedeki Türk kuvvetleri silahtan arindirilacak, buna karsilik bu bölgede Fransizlara bazi idari yetkiler taninacak, Diyarbakir ve Sivas sehirlerinin iktisadi kalkinmasi için Fransiz sermayesinden yararlanip Fransizlara bu yöredeki iktisadi ayricaliklar verilecekti. Buna karsilik Sevr'de belirtilen sinirlar üzerinde Türkiye lehine bazi degisiklikler yapilacakti. Italya ile yapilan antlasma ile de Italya, Izmir ve Trakya'nin Türkiye'ye geri verilmesini Konferans'ta savunacakti. Buna karsilik Italya'ya Izmir disinda, bati ve güney Anadolu sehirlerinde iktisadi ayrilaciklar verilecekti.
Bekir Sami Bey bu antlasmalari T.B.M.M. Hükümeti'nin onayini almadan imzalamisti. Türkiye'nin çikarlarina ters düsen ve ulusal bagimsizliga aykiri olan bu antlasmalari imza ettigi için Bekir Sami Bey, M. Kemal ve Meclis tarafindan sert sekilde elestirildi. Antlasmalar Meclis tarafindan onaylanmadi. Bekir Sami Bey ise baris firsatinin kaçirildigi görüsünde idi. Londra'dan döndükten sonra, M. Kemal kendisinin Disisleri Bakanligi'ndan çekilmesini istedi. Yerine, o sirada Moskova'da bulunan ve Moskova Antlasmasi'ni imzalayan Yusuf Kemal Bey geçti.
BATI CEPHESI T.B.M.M. ORDULARI'NIN TESKILATLANDIRILISI - Nedir Ödev İndir
BATI CEPHESI T.B.M.M. ORDULARI'NIN TESKILATLANDIRILISI(*)
Birinci Dünya Savasi sonunda Osmanli Imparatorlugu Mondros Ateskesi'ni imzalayarak savastan yenik çikmisti. Ateskesin hükümlerine göre Türk ordusunun silah ve cephanesi elinden aliniyor, tüm askeri kuvveti, jandarma da dahil olmak üzere 50.000 ile sinirlaniyordu. Bu durum karsisinda Osmanli Genelkurmayi ordusunun kadrolarini yeniden düzenlernek zorunda idi. Itilaf Devletleri'nin yetkilileriyle anlasan Genelkurmay orduyu 9 Kolordu ve 20 Tümen halinde örgütlemeyi kabul ettirdi. Ateskes'de birlik sayisi degil, insan sayisi sinirlandirilmasti. Osmanli Genelkurmayi bu bosluktan yararlanarak, insan sayisi az, fakat ileride mevcutlarinin arttirilmasi ile büyüyebilecek bir iskelet kurmayi tercih etti. Böylece çok sayida subay birliklerinin basinda bulunabilecek, er sayisi çok az olmakla beraber, ordunun iskeleti bulundugu için,gerekirse er sayisi arttirilabilicekti. 16 Mart 1920'de Istanbul'un resmen isgali üzerine Ankara'da B.M.M.'nin açilmasi ve Türk Devleti'nin Genelkurmayi'nin kurulmasiyla bu çalismalarin önemi kalmamakla beraber, Osmanli Genelkurmayi'nin az mevcutlu da olsa, çok sayida kolordu ve özellikle tümen, alay ve tabur kadrolarini korumasi, yani hazir bir iskelet birakmasi Türk Ulusal Ordusu'nun kurulusunda büyük yararlari oldu.
Izmir'in isgali ve Yunan ilerleyisine karsi ilk direnis bu zayif askeri birliklerin bazilarindan ve milis kuvvetlerinden geldi. Yunanlilarin karsisindaki 17. Kolordu'nun 56. Tümeni hiç karsi koymadi. Bir kismi Yunanlilarca esir ve bir kisimi da terhis edildi. Bu dagilma karsisinda Yunan ordusuna karsi kurulan Kuva-yi Milliye ise zayif askeri birlikler ve milislerden olusuyordu. Kuva-yi Milliye ruhu bir süre sonra yayilmaya basladi. Müdafaa-i Hukuk örgütleri, Kuva-yi Milliye'ye asker ve para saglamak islerini yüklendiler. Böylece Ayvalik, Salihli, Denizli'ye kadar uzanan bir çizgi üzerinde Yunanlilara karsi Kuva-yi Milliye cephesi kuruldu. M. Kemal Pasa daha Havza'da iken Kuva-yi Milliye ile dogrudan ilgilenerek, birliklere gönderdigi emirlerde, her isgal eylemine karsi, halkin silahlandirilarak karsi konulmasini bildirmisti. Kuva-yi Milliye'nin büyük kismini efelerin ve Ethem'in emrindeki kuvvetler olusturuyorlardi. Bunlarin agir silahlari olmadigi gibi merkezi bir komuta düzeni ve disiplini de yoktu. M. Kemal Pasa Sivas Kongresi sirasinda, bu kuvvetlerin örgütlenmesi geregini göz önüne alarak 9 Eylül 1919'da Ali Fuat Pasa'ya "Bati Anadolu Genel Kuva-yi Milliye Komutanligi" görevini verdi. Ancak Ali Fuat Pasa yeterince etkili olamadi. 23 Ekim'de Albay Refet Bey yöreye gönderildi ve bir rapor hazirlayarak, daha uzun süre Bati Anadolu Cephesi'nin tek komuta altina alinamayacagini bildirdi. Bu sebeple askeri, kuvvetler Albay Refet Bey'in komutasina verildi. Milis kuvvetler ise durumlarini korudular.
22 Hazirari 1920'de baslayan Yunan genel saldirisi üzerine Balikesir, Bursa düstü. B.M.M.'inde büyük tepkiler olustu ve komutanlar sorumlu tutulup ceaalandirilmalari istendi. M. Kemal Pasa komutanlarin kabahati olmadigini, emirlerinde yeterince asker, silah ve malzeme bulunmadigini, oysa Yunan Ordusu'nun Avrupa Devletleri'nce silahlandirilmis ve donatilmis oldugunu, milis kuvvetleriyle Yunan Ordusu'nun durdurulamayacagini belirterek, T.B.M.M.'ni^n gerçek anlamda bir orduya sahip olmasi gerektigini söyledi. Bunun saglanabilmesi için Kuva-yi Milliye'nin düzenli ordu haline dönüsmesi ve kismi seferberlik yapilmasi gerekiyordu. Meclis'in karari üzerine düzenli ordu kurulmasina baslandi.
Bati Cephesinde düzenli ordunun kurulusunu engelleyen iki engel vardi. Birincisi firar olaylari, ikincisi Kuva-yi Milliye örgütleri ve özellikle Ethem'in kuvvetleriydi. Birinci Dünya Savasi sonunda asker kaçagi sayisi 300.000'e ulasmisti. Savasin dogurdugu bunalim, yikim ve sefalet, yeni bir savas baslamasinda büyük engelleyici durum yaratiyordu. Buna, Padisah'in askerligi kaldirdigi propogandalari da eklenince, Anadolu'da T.B.M.M.'nin kararlarinin yürütülebilmesi çok güçlesti. Asker kaçaklari yüzünden düzenli ordu kurulmasinda büyük güçlüklerle karsilasildigi için "Firariler Hakkinda Kanun"un kabulüyle Istiklal Mahkemeleri kurulmuslardi. Ikinci engel ise Kuva-yi Mlilliye'nin düzenli ordu sekline dönüstürülmesi sirasinda Ethem'in direnmesinden çikti.
Gediz Saldirisi
Kuva-yi Milliye'nin tasfiyesiyle ilgili bir Olay da Gediz Harekati idi. Bazi komutanlar, Yunanlilarin Gediz'de bulunan kuvvetlerinin çok ilerlemis ve ana kuvvetlerinden uzaklasmis oldugu için kolay yenilebileceklerini düsünuyorlardi. Oysa M. Kemal Pasa, Yunanlilara karsi küçük, yerel saldirilar yapilmasini istemiyordu. Bu çesit saldirilar bir basari saglayamayacagi gibi, basarisizlik durumunda, ordunun ve ulusun maneviyati bozulur görüsündeydi. O'nun stratejisi daha Erzurum'da iken belirlenmisti. Dogu'da önce Ermeni cephesi tasfiye edilecek, Güney'de Fransizlarla gerilla savasi yapilip, bu cephede tasfiye edilecek ve sonunda yalniz Yunan Ordusu kalacakti. Bu tarihe kadar da Yunan Ordusu gerilla savasiyla oyalanacak ve Düzenli Ordu kurulduktan sonra da, Yunan ordusu, kesin bir saldiri ile "Anadolu'nun Harem-i Ismetinde" yok edilecekti. Bati Cephesi Komutanligi ve Kuvve-yi Seyyare Komutanligi birlikte bir saldiriyla Yunan tümenini yeneceklerini düsünerek Genelkurmay'a basvurup, saldiri izni istediler. Burada bulunan kuvvetlerin toplami 3.000 tüfek, 105 makinali tüfek, 5.000 kiliç (süvari), 52 top ve 7 uçak kadardi. Bati Cephesi Komutanligi (Ali Fuat Pasa), Ethem kuvvetleriyle birlikte iki tümeni bu saldiriya ayirdi. Genelkurmay'a bas vurarak izin istedi. Genelkurmay cephane yetersizligi sebebiyle bunu red etti Genelkurmay Baskani Ismet Bey, cepheye gidip durumu inceledi.
Bu arada Kuvve-yi Seyyare, Düzenli Ordu aleyhinde propoganda yapiyordu. "Ordudan fayda yoktur, dagilsin, hepimiz Kuva-yi Milliye olalim." sözleri halk arasinda ve Meclis'te çok etkili duruma geldi. "Bati Cephesi kitalari arasinda Kuva-yi Milliye halinde, bir bölge ve bir cephesi bulunan Ethem Bey Müfrezesi'nin erleri, adeta askeri erlere degisilir, ayricaklikli görünmeye gipta edilir durumda sayilmaya baslansdi. Ethem Bey ve kardesleri de, herkes üzerinde bir çesit nüfuz ve egemenlik sagliyorlardi."
Ethem ile anlasan Ali Fuat Pasa da milis örgütleriyle birlikte Yunanlilara saldirmalarini istiyordu. Cepheye gelen Ismet Bey ile görüstüler. Ismet Bey, yeterince egitim ve cephanesi bulunmayan ordunun yerel ve geçici bir basari için kullanilamamasini istedi ve Yunan Ordusu'nun malzeme ve insan sayisi bakimindan çok üstün oldugunu belirterek saldiri yapilmamasi için diretti. Ali Fuat Pasa saldiriyi ertelediyse de, birkaç gün sonra saldiriya karar verildigini Genelkurmay'a bildirdi. Sonunda Bati Cephesi Komutani, Kuvva-yi Seyyare ile birlikte 14 Ekim 1920'de Gediz'de bulunan Yunan kuvvetlerine saldirdi. Dalgali, disiplinsiz ve emir-komuta düzeni bozuk harekatta Türk Ordusu yenildi. Yunan Ordusu karsisinda yenilen Türk kuvvetleri geri çekildi. Gediz Saldirisi genel bir yenilgiyle sonuçlandi.
Bati Cephesi'nin Yeniden Düzenlenmesi
Ethem, kardesleri ve yandaslari Gediz Saldirisi'nin basarisizligini, ordu birliklerine yüklemek için, ordunun iyi savasmadigini ileri sürerek, ordu aleyhinde propogandaya basladilar. Oysa ordu Komutanlari ve subaylari ise, Kuvva-yi Seyyare'nin ciddi biçimde savasmadiklarini söylüyorlardi. Ordu ile Kuva-yi Seyyare (Gezici Kuvvetler) arasindaki gerginlik gittikçe artti. Ethem'in yandaslari bu kadarla da kalmadilar. Eskisehir'de subaylar aleyhinde gösteriler yaptilar. Ali Fuat Pasa duruma el koyduysa da basarili olamadi.
Ali Fuat Pasa'nin cephe üzerindeki komutanlik etki ve nüfuzunun sarsilmis oldugunu gören M. Kemal Pasa, Ali Fuat Pasa'yi acele Ankara'ya çagirarak, o sirada çok önemli olan Türk-Sovyet iliskilerini gelistirmek için Moskova Elçiligi'ne atamasina karar verdi. Ali Fuat Pasa 8 Kasim'da Ankara'ya geldi. Kendisini istasyonda karsilayan M. Kemal Pasa, Ali Fuat Pasa'yi Kuva-yi Milliye kiyafetinde görünce, Bati Cephesi'nin en kisa zamanda düzenlenmesi çalismalarini hizlandirdi. Ali Fuat Pasa Moskova Elçiligi'ne atandi.
Cephenin ikiye ayrilmasina karar veren M. Kemal Pasa Bati Cephesi diye isimlendirilen önemli olan Kuzey kismini Albay Ismet Bey'in ve Güneyini de Albay Refet Bey'in emirlerine verdi. Genelkurmay Baskanligi'na da Miili Savunma Bakani Fevzi Pasa vekalet edecekti. 9 Kasim 1920'de Bakanlar Kurulu bu dagilim kararini açikladi. Böylece Bati Cephesi'nin yeniden düzenlenmesine baslandi. Bati Cephesi kuvvetlerinin yeniden düzenlenmesine en büyük engel Ethem kuvvetleri idi.
Kuva-yi Milliye'nin Tasfiyesi
Kuva-yi Milliye'nin ne oldugundan söz etmistik. Yunan Ordusu'nun ilerleyisi karsisinda kurulan silahli direnis içinde, asker, efe, sivil halk, maceraci v.s. her çesit insan vardi. Baslangiçta, gerilla savasi için gererkli olan bu kuvvetler düsmani oyalayabiliyordu. Fakat bunlarla kesin sonuç alinamiyordu. Fakat Ethem ve kardesleri bunu kabul etmediler. Bu kuvvete dahil olanlar "Düsman ilerler, sen bir tepeden çikip bir tepeye gidersin, ugrasirsin. Bu is böyle devam eder gider, sonunda düsman usanir ve baris yapma imkani hasil olur." görüsundeydiler. 16 Mayis 1920'de çikan bir kararla Kuva-yi Milliye 'nin, bütün yiyecek ve cephane ihtiyaçlari Milli Savunma Bakanligi'nca karsilanmak üzere, düzenli orduya baglanmasi karari alindi. 22 Haziran tarihli Yunan saldirisindan sonra da Kuva-yi Milliye'nin büyük bir kismi (Çolak Ibrahim Müfrezesi, 3. Süvari Tümeni'ne; Sari Efe Müfrezesi 33. Süvari Alayi'na Gökbayrak Müfrezesi 61. Piyade Alayi'na) düzenli birlikler haline getirildi, Ordunun subay ihtiyaci için de 1 Temmuz 1920'de subay yetistirme merkezleri kuruldu.
Demirci Mehmet Efe'nin Ayaklanmasi (1-30 Aralik 1920)
Kuva-yi Milliye'nin önemli bir kismi düzenli ordu haline getirilirken, iki engel kaldi. Birincisi Ethem kuvvetleri, ikincisi ise Demirci Mehmet Efe kuvvetleriydi. Gediz saldirisindaki basarisizlik üzerine M. Kemal Pasa, düzenli ordunun kurulmasi çalismalarini hizlandirip, 9 Kasim'da Cephe ikiye ayrilip, Güney kismina Albay Refet Bey ataninca, Demirci Mehmet Efe'nin de Refet Bey'in emrine girmesi gerekiyordu. Refet Bey, 22-23 Kasim'da Isparta'da bulunan Mehmet Efe'yi merkezi Konya'da bulunan Atli Takip Kuvvetleri Komutanligi'na atayarak ordu birlikleri arasinda hizmete girmesini istedi. Bundan sonra dogruca Güney Cephesi Komutanligi emrine girecek olan Efe, baska makamlarla yazisamiyacakti. Emrindeki kuvvetlerden yaslari uygun olanlar ve geçmiste suç islememis olanlardan 300 kisilik bir süvari alayi kurularak, geri kalanlar silahlariyla birlikte ikmal eri olarak 57. Tümen emrine verilecek, çag disi olanlarla suç islemis olanlar terhis edileceklerdi. Efe baslangiçta bu emri kabul ettiyse de, sonradan Ethem'in kiskirtmalarina kapildi. Ethem Yörük Ali ve Demirci Mehmet Efe'ye mektup göndererek, adamlarina 40'ar lira maas vaadiyle, onlari Afyon ve Konya üzerine yurümesi için tahrik etti. Isparta yöresinde keyfi bir yönetim kurmus bulunan Mehmet Efe, bundan sonra kuvvetlerini bir araya topladi ve Güney Cephesi Komutanligi'nin isteklerine uymadi. Refet Bey ayni tarihlerde Ethem'in de ayaklanma durumunda olmasi karsisinda, Mehmet Efe'ye karsi ayri bir harekat yapmayi planladi. Demirci Mehmet Efe'nin, Ethem'in M. Kemal Pasa'yi devirmek istedigini Refet Bey'e bildirmesi üzerine, ikisinin haberlestigine kesin kanaat getiren Refet Bey, M. Kemal Pasa'nin da Demirci Mehmet Efe'nin ortadan kaldirilmasi için kendi görüsünü uygun bulmasi üzerine, Mehmet Efe üzerine kuvvet gönderdi. Efe direnmeden çekildi. 18 Aralik'a kadar 700 çeteci yakalandi. Refet Bey 25 Aralik'da bastirma harekatini bitirdi. Ethem'le birlesmesinden endise edilen Efe, af edilerek siginmasi istendi. Efe de 30 Aralik 1920'de emrindekilerle birlikte teslim oldu.
Ethem'in Ayaklanmasi
1880'de Bandirma'da dogan Ethem, Çerkez Beylerinden Ali Bey'in oglu idi. Agabeyleri Tevfik ve Resit subaydilar. Babasi kendisinin asker olmasini istemedigi için kaçip orduya katildi ve çavus , daha sonra astegmen oldu. Mondros Ateskesi'nden sonra Izmir Valisi Rahmi Bey'in oglunu kaçirip 50.000 lira kurtarma parasi âlinca meshur oldu. Rauf Bey'in tesvikiyle Yunanlilara karsi silahli direnise geçti. Salihli yöresinin hakimi durumuna geldi.
Kuva-yi Milliye'ye dahil olan Ethem kuvvetleri giderek çogaldi. Bu kuvvetler, mahpus, soyguncu, asker kaçaklari, birliklere zorla yazilan, suça istirak ettirilen, yagma hevesiyle katilanlardan olusuyordu. Ayrica Ethem, erlerine ve komutanlarina maas veriyordu. Bir yerde ayaklanma bastirmaya giden Ethem buradan zorla para ve insan toplayarak kuvvetlerini çogaltiyordu. Iç ayaklanmalar karsisinda B.M.M. çaresiz kalinca, Ethem, Anzavur, Düzce, Bolu, Yozgat ayaklanmalarinin bastirllmasinda büyük yararliliklarda bulundu ve söhreti yayildi. Yozgat ayaklanmasini bastirmaya giderken, Ankara'da M. Kemal ve Fevzi Pasalara karsi sert ve saygisiz bir tavir takindi. Hatta Yozgat ayaklanmasini bastirdiktan sonra, M. Kemal'e valinin teslimine engel oldugu için kizip, "Ankara'ya geldigimde M. Kemal'i Meclis kapisina asacagim." diyecek kadar,kendini büyük görmeye basladi. Yozgat'tan dönüste, Ankara istasyonundaki oturdugu yerde M. Kemal'in odasina adeta baskin biçiminde girerek, çok tehlikeli duruma yol açti. Askeri birliklerin bina disinda önlem almalari üzerine olay çikmadi.
Ethem yandaslarinin Meclis içinde ve disinda Düzenli Ordu aleyhindeki propogandalari çogaldi. Gediz yenilgisinden sonra M. Kemal Pasa'nin düzenli ordu kurulmasini hizlandirmak için Ismet Bey'i Cephe Komutanligi'na atamasi Ethem ve kardesleri tarafindan begenilmedi. Ali Fuat Pasa'nin Moskova'ya elçi olarak atanmasi üzerine, M. Kemal'in diktatör olacagi dedikodulari yayildi.Ethem ve kardesleri Kuva-yi Seyyare'nin Düzenli Ordu birliklerine katilmasini kabul etmiyorlardi. Tevfik Bey, Ismet Bey'e yolladigi yazida "Kuva-yi Seyyare ne bir tümen, ne de muntazam bir kuvvet haline getirilemez. Kuva-yi Seyyare'nin gelisi güzel idare edilmesi lazimdir." sözleriyle açikça belirtti. Diger yandan M. Kemal'e çektigi telgrafla da, Ismet Bey'in Cephe Komutanligini idare edemeyecegini ileri sürerek, bundan böyle kendisini komutan tanimayacagini bildirdi. Ethem ve kardesleri, Düzenli Ordu'nun degil emrine girmeyi kabul etmek, düzenli ordunun varligina bile karsiydilar. Subay düsmanligi propogandalari açikça ortaya Çikmisti. Kaldi ki Ethem kuvvetleri Yesil Ordu'ya katilmayi da kabul etmislerdi. Tevfik Bey cephede gerekli kuvvet toplarken, Ethem ve Resit Beyler de Ankara'da siyasi ortam hazirliyorlardi. M. Kemal Pasa, Ethem ve kardeslerini ikna etmek için bütün iyi niyetiyle çalisti. Bakanlar Kurulu, Meclis'ten bazilarinin ve Resit Bey'in de katildigi bir toplanti yapti. Bu toplantida M. Kemal, anlsmazligi çözmek ve düsman ordularinin ülkeyi isgal ettigi bir sirada bir iç çatismaya meydan vermemek ve uzlasma saglamak için su konusmayi yapti:
"Hakikat sudur ki, önümüzde yenilip mutlaka denize dökülmesi gereken bir Yunan Ordusu vardir. Bu büyük neticeyi alabilmek için ise, büyük, ciddi ve kati tedbirlere gereksinim vardir, benim askerligime itimat buyurursaniz ki arkadaslarimin bu güveni saklamayacaklarini zannederim, bu büyük is ancak muntazam, bir ucundan öbür ucuna ve en büyük kütlesinden son erine kadar disiplinli mükemmel bir ordu ile basarilabilir. Bati ordusunda bir süreden beri baslanilan çalisma, iste bizi bu gayeye götürmeyi amaç edinen gayret ve himmetlerden tesekkül ve terekküp etmis bulunuyor. Amaç bundan ibaret olduguna göre Kuva-yi Seyyare basinda bulunan arkadaslarimin da bu gerçegi anlamalari, onu sadece takdir ve teslim etmeleri gereklidir. Bu takdir ve teslim yapildiktan sonra ortada hallolunulmayacak sorun kalmaz."
Fakat Resit Bey, M. Kemal'in hala düzenli ordular kurmak için bos hülyalar pesinde kosan birisi oldugunu söyledi. Tartismalar Resit Bey'in uyusmaz davranislariyla sonuçsuz kaldi. Fakat M. Kemal yine de son sözü söylemeden önce uzlasma yollarini zorladi. Ethem'i ikna ederek Resit Bey ile birlikte Eskisehir'e Ismet Bey'le görüsmeye gittiler. Fakat Ethem Bey Eskisehir'de ortadan kayboldu. M. Kemal Pasa Ethem'i sorunca, Resit Bey; "Ethem Bey bu dakikada kuvvetterinin basindadir." yanitini verdi. Resit Bey'in bu tehdit dolu sözleri karsisinda M. Kemal'in tutumu degisti ve, "Bu dakikaya kadar sizinle eski bir ardasiniz slfatiyla ve sizin lehinizde bir sonuca ulasmak samimi duygusuyla görüsüyordum. Bu dakikadan itibaren arkadaslik ve özele ait durumum sona ermistir. Simdi karsinizda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümeti'nin Reisi bulunmaktadir. Devlet Reisi sifatiyla, Bati Cephesi Kumandani'na durum neyi gerektiriyorsa, yetkilerini kullanmayi emrediyorum." diyerek Ismet Bey'e gereken emri verdi.
M. Kemal bu arada 5 Aralik 1920'de Bilecik Istasyonu'nda Istanbul Hükümeti'nin temsilcileri Izzet ve Salih Pasalarla bulustu. Çok resmi bir hava içinde geçen bu toplantida, Istanbul temsilcilerinin, vatanin durumundan yeterince bilgileri olmadigini anlayinca, onlari zorla Ankara'ya götürdü. Ethem ise bu sirada Padisah'a baglilik bildiren bir telgraf çekti.
Bakanlar Kurulu'nun 22 Aralik 1920 tarihli toplantisinda Ethem'le anlasabilmek için kendisine arabulucu gönderilmesine karar verildi. Fakat Ethem, kuvvetlerini düsman cephesine karsi degil, ulusal orduya karsi düzene koymaya ve saldiri hazirliklarina basladi. Görüsmeye gelen heyete ise birçok komutanin yerlerinden alinmasini sart kostu. Artik Ethem, T.B.M.M.'nin emir ve kararlarini dinlemiyordu. Bunun üzerine 27 Aralik'ta gereken önlemler arttirildi. M. Kemal Pasa 29 Aralik'ta Meclis'in gizli bir oturumunda Ethem'in ayaklandigini ayrintili bir biçimde anlatti. Ethem'in ihaneti kabul edilmekle beraber yine de kardes kani dökülmemesi ve düsmana firsat yaratilmamasi için bir kez daha Ethem'le anlasma olanagi aramaya karar verildi. Fakat Ethem uzlasmaya yanasmadi. 2 Ocak 192l tarihinde Bakanlar Kurulu, Ethem ve kardeslerine, komutadan çekilirlerse af edileceklerini bildirdi. Fakat Ethem 3 Ocak 1921'de Yunanlilarla anlasmak için bir adamini yolladi. Arkadan da Resit Bey Yunan Ordusu'na gitti. 7 Ocak'ta da Yunanlilarla protokol imzaladi. Artik Ethem ayaklanmisti. Ethem olayini yakindan izleyen Yunanlilar 6 Ocak 1921'de Inönü Cephesi'nden taarruza geçince Ismet Bey ve Refet Bey Yunan saldirisina karsi koymak için Ethem'e karsi 1 Ocak 1921'de baslamis olan harekata ara verdiler.
Ethem kuvvetlerinin ihaneti ve Yunan saldirisi iç içe girmis bir durum aldi. Yunan Ordusu'nun saldirisi üzerine Ethem de Ulusal Ordu'ya saldirdi. 8 Ocak'ta Meclis'te savas durumunu açiklayan M. Kemal Pasa, "Ethem, Tevfik ve Resit Beyler." diye konusunca, bir miletvekili "Hain deyiniz." uyarisinda bulundu. Ethem kuvvetleri 13 Ocak'a kadar saldirilarini sürdürdüler. 17 Ocak'ta da Yunanlilara sigindilar. Emrindeki askeri birlikler Ulusal Ordu'ya sigindigi için, Yunanlilarin yanina 725 kisi gitti. Ankara Istiklal Mahkemesi, Yunanlilara siginmiS bulunan Ethem ve kardeslerini vatana ihanet suçuyla yargilayarak 9 Mayis 1921'de giyaplarinda idama mahkum etti. Ayni kararla gizli Komünist Partisi kurup Hükümet'i devirmek suçuyla yargilanan da mahkum oldular.
Birinci Dünya Savasi sonunda Osmanli Imparatorlugu Mondros Ateskesi'ni imzalayarak savastan yenik çikmisti. Ateskesin hükümlerine göre Türk ordusunun silah ve cephanesi elinden aliniyor, tüm askeri kuvveti, jandarma da dahil olmak üzere 50.000 ile sinirlaniyordu. Bu durum karsisinda Osmanli Genelkurmayi ordusunun kadrolarini yeniden düzenlernek zorunda idi. Itilaf Devletleri'nin yetkilileriyle anlasan Genelkurmay orduyu 9 Kolordu ve 20 Tümen halinde örgütlemeyi kabul ettirdi. Ateskes'de birlik sayisi degil, insan sayisi sinirlandirilmasti. Osmanli Genelkurmayi bu bosluktan yararlanarak, insan sayisi az, fakat ileride mevcutlarinin arttirilmasi ile büyüyebilecek bir iskelet kurmayi tercih etti. Böylece çok sayida subay birliklerinin basinda bulunabilecek, er sayisi çok az olmakla beraber, ordunun iskeleti bulundugu için,gerekirse er sayisi arttirilabilicekti. 16 Mart 1920'de Istanbul'un resmen isgali üzerine Ankara'da B.M.M.'nin açilmasi ve Türk Devleti'nin Genelkurmayi'nin kurulmasiyla bu çalismalarin önemi kalmamakla beraber, Osmanli Genelkurmayi'nin az mevcutlu da olsa, çok sayida kolordu ve özellikle tümen, alay ve tabur kadrolarini korumasi, yani hazir bir iskelet birakmasi Türk Ulusal Ordusu'nun kurulusunda büyük yararlari oldu.
Izmir'in isgali ve Yunan ilerleyisine karsi ilk direnis bu zayif askeri birliklerin bazilarindan ve milis kuvvetlerinden geldi. Yunanlilarin karsisindaki 17. Kolordu'nun 56. Tümeni hiç karsi koymadi. Bir kismi Yunanlilarca esir ve bir kisimi da terhis edildi. Bu dagilma karsisinda Yunan ordusuna karsi kurulan Kuva-yi Milliye ise zayif askeri birlikler ve milislerden olusuyordu. Kuva-yi Milliye ruhu bir süre sonra yayilmaya basladi. Müdafaa-i Hukuk örgütleri, Kuva-yi Milliye'ye asker ve para saglamak islerini yüklendiler. Böylece Ayvalik, Salihli, Denizli'ye kadar uzanan bir çizgi üzerinde Yunanlilara karsi Kuva-yi Milliye cephesi kuruldu. M. Kemal Pasa daha Havza'da iken Kuva-yi Milliye ile dogrudan ilgilenerek, birliklere gönderdigi emirlerde, her isgal eylemine karsi, halkin silahlandirilarak karsi konulmasini bildirmisti. Kuva-yi Milliye'nin büyük kismini efelerin ve Ethem'in emrindeki kuvvetler olusturuyorlardi. Bunlarin agir silahlari olmadigi gibi merkezi bir komuta düzeni ve disiplini de yoktu. M. Kemal Pasa Sivas Kongresi sirasinda, bu kuvvetlerin örgütlenmesi geregini göz önüne alarak 9 Eylül 1919'da Ali Fuat Pasa'ya "Bati Anadolu Genel Kuva-yi Milliye Komutanligi" görevini verdi. Ancak Ali Fuat Pasa yeterince etkili olamadi. 23 Ekim'de Albay Refet Bey yöreye gönderildi ve bir rapor hazirlayarak, daha uzun süre Bati Anadolu Cephesi'nin tek komuta altina alinamayacagini bildirdi. Bu sebeple askeri, kuvvetler Albay Refet Bey'in komutasina verildi. Milis kuvvetler ise durumlarini korudular.
22 Hazirari 1920'de baslayan Yunan genel saldirisi üzerine Balikesir, Bursa düstü. B.M.M.'inde büyük tepkiler olustu ve komutanlar sorumlu tutulup ceaalandirilmalari istendi. M. Kemal Pasa komutanlarin kabahati olmadigini, emirlerinde yeterince asker, silah ve malzeme bulunmadigini, oysa Yunan Ordusu'nun Avrupa Devletleri'nce silahlandirilmis ve donatilmis oldugunu, milis kuvvetleriyle Yunan Ordusu'nun durdurulamayacagini belirterek, T.B.M.M.'ni^n gerçek anlamda bir orduya sahip olmasi gerektigini söyledi. Bunun saglanabilmesi için Kuva-yi Milliye'nin düzenli ordu haline dönüsmesi ve kismi seferberlik yapilmasi gerekiyordu. Meclis'in karari üzerine düzenli ordu kurulmasina baslandi.
Bati Cephesinde düzenli ordunun kurulusunu engelleyen iki engel vardi. Birincisi firar olaylari, ikincisi Kuva-yi Milliye örgütleri ve özellikle Ethem'in kuvvetleriydi. Birinci Dünya Savasi sonunda asker kaçagi sayisi 300.000'e ulasmisti. Savasin dogurdugu bunalim, yikim ve sefalet, yeni bir savas baslamasinda büyük engelleyici durum yaratiyordu. Buna, Padisah'in askerligi kaldirdigi propogandalari da eklenince, Anadolu'da T.B.M.M.'nin kararlarinin yürütülebilmesi çok güçlesti. Asker kaçaklari yüzünden düzenli ordu kurulmasinda büyük güçlüklerle karsilasildigi için "Firariler Hakkinda Kanun"un kabulüyle Istiklal Mahkemeleri kurulmuslardi. Ikinci engel ise Kuva-yi Mlilliye'nin düzenli ordu sekline dönüstürülmesi sirasinda Ethem'in direnmesinden çikti.
Gediz Saldirisi
Kuva-yi Milliye'nin tasfiyesiyle ilgili bir Olay da Gediz Harekati idi. Bazi komutanlar, Yunanlilarin Gediz'de bulunan kuvvetlerinin çok ilerlemis ve ana kuvvetlerinden uzaklasmis oldugu için kolay yenilebileceklerini düsünuyorlardi. Oysa M. Kemal Pasa, Yunanlilara karsi küçük, yerel saldirilar yapilmasini istemiyordu. Bu çesit saldirilar bir basari saglayamayacagi gibi, basarisizlik durumunda, ordunun ve ulusun maneviyati bozulur görüsündeydi. O'nun stratejisi daha Erzurum'da iken belirlenmisti. Dogu'da önce Ermeni cephesi tasfiye edilecek, Güney'de Fransizlarla gerilla savasi yapilip, bu cephede tasfiye edilecek ve sonunda yalniz Yunan Ordusu kalacakti. Bu tarihe kadar da Yunan Ordusu gerilla savasiyla oyalanacak ve Düzenli Ordu kurulduktan sonra da, Yunan ordusu, kesin bir saldiri ile "Anadolu'nun Harem-i Ismetinde" yok edilecekti. Bati Cephesi Komutanligi ve Kuvve-yi Seyyare Komutanligi birlikte bir saldiriyla Yunan tümenini yeneceklerini düsünerek Genelkurmay'a basvurup, saldiri izni istediler. Burada bulunan kuvvetlerin toplami 3.000 tüfek, 105 makinali tüfek, 5.000 kiliç (süvari), 52 top ve 7 uçak kadardi. Bati Cephesi Komutanligi (Ali Fuat Pasa), Ethem kuvvetleriyle birlikte iki tümeni bu saldiriya ayirdi. Genelkurmay'a bas vurarak izin istedi. Genelkurmay cephane yetersizligi sebebiyle bunu red etti Genelkurmay Baskani Ismet Bey, cepheye gidip durumu inceledi.
Bu arada Kuvve-yi Seyyare, Düzenli Ordu aleyhinde propoganda yapiyordu. "Ordudan fayda yoktur, dagilsin, hepimiz Kuva-yi Milliye olalim." sözleri halk arasinda ve Meclis'te çok etkili duruma geldi. "Bati Cephesi kitalari arasinda Kuva-yi Milliye halinde, bir bölge ve bir cephesi bulunan Ethem Bey Müfrezesi'nin erleri, adeta askeri erlere degisilir, ayricaklikli görünmeye gipta edilir durumda sayilmaya baslansdi. Ethem Bey ve kardesleri de, herkes üzerinde bir çesit nüfuz ve egemenlik sagliyorlardi."
Ethem ile anlasan Ali Fuat Pasa da milis örgütleriyle birlikte Yunanlilara saldirmalarini istiyordu. Cepheye gelen Ismet Bey ile görüstüler. Ismet Bey, yeterince egitim ve cephanesi bulunmayan ordunun yerel ve geçici bir basari için kullanilamamasini istedi ve Yunan Ordusu'nun malzeme ve insan sayisi bakimindan çok üstün oldugunu belirterek saldiri yapilmamasi için diretti. Ali Fuat Pasa saldiriyi ertelediyse de, birkaç gün sonra saldiriya karar verildigini Genelkurmay'a bildirdi. Sonunda Bati Cephesi Komutani, Kuvva-yi Seyyare ile birlikte 14 Ekim 1920'de Gediz'de bulunan Yunan kuvvetlerine saldirdi. Dalgali, disiplinsiz ve emir-komuta düzeni bozuk harekatta Türk Ordusu yenildi. Yunan Ordusu karsisinda yenilen Türk kuvvetleri geri çekildi. Gediz Saldirisi genel bir yenilgiyle sonuçlandi.
Bati Cephesi'nin Yeniden Düzenlenmesi
Ethem, kardesleri ve yandaslari Gediz Saldirisi'nin basarisizligini, ordu birliklerine yüklemek için, ordunun iyi savasmadigini ileri sürerek, ordu aleyhinde propogandaya basladilar. Oysa ordu Komutanlari ve subaylari ise, Kuvva-yi Seyyare'nin ciddi biçimde savasmadiklarini söylüyorlardi. Ordu ile Kuva-yi Seyyare (Gezici Kuvvetler) arasindaki gerginlik gittikçe artti. Ethem'in yandaslari bu kadarla da kalmadilar. Eskisehir'de subaylar aleyhinde gösteriler yaptilar. Ali Fuat Pasa duruma el koyduysa da basarili olamadi.
Ali Fuat Pasa'nin cephe üzerindeki komutanlik etki ve nüfuzunun sarsilmis oldugunu gören M. Kemal Pasa, Ali Fuat Pasa'yi acele Ankara'ya çagirarak, o sirada çok önemli olan Türk-Sovyet iliskilerini gelistirmek için Moskova Elçiligi'ne atamasina karar verdi. Ali Fuat Pasa 8 Kasim'da Ankara'ya geldi. Kendisini istasyonda karsilayan M. Kemal Pasa, Ali Fuat Pasa'yi Kuva-yi Milliye kiyafetinde görünce, Bati Cephesi'nin en kisa zamanda düzenlenmesi çalismalarini hizlandirdi. Ali Fuat Pasa Moskova Elçiligi'ne atandi.
Cephenin ikiye ayrilmasina karar veren M. Kemal Pasa Bati Cephesi diye isimlendirilen önemli olan Kuzey kismini Albay Ismet Bey'in ve Güneyini de Albay Refet Bey'in emirlerine verdi. Genelkurmay Baskanligi'na da Miili Savunma Bakani Fevzi Pasa vekalet edecekti. 9 Kasim 1920'de Bakanlar Kurulu bu dagilim kararini açikladi. Böylece Bati Cephesi'nin yeniden düzenlenmesine baslandi. Bati Cephesi kuvvetlerinin yeniden düzenlenmesine en büyük engel Ethem kuvvetleri idi.
Kuva-yi Milliye'nin Tasfiyesi
Kuva-yi Milliye'nin ne oldugundan söz etmistik. Yunan Ordusu'nun ilerleyisi karsisinda kurulan silahli direnis içinde, asker, efe, sivil halk, maceraci v.s. her çesit insan vardi. Baslangiçta, gerilla savasi için gererkli olan bu kuvvetler düsmani oyalayabiliyordu. Fakat bunlarla kesin sonuç alinamiyordu. Fakat Ethem ve kardesleri bunu kabul etmediler. Bu kuvvete dahil olanlar "Düsman ilerler, sen bir tepeden çikip bir tepeye gidersin, ugrasirsin. Bu is böyle devam eder gider, sonunda düsman usanir ve baris yapma imkani hasil olur." görüsundeydiler. 16 Mayis 1920'de çikan bir kararla Kuva-yi Milliye 'nin, bütün yiyecek ve cephane ihtiyaçlari Milli Savunma Bakanligi'nca karsilanmak üzere, düzenli orduya baglanmasi karari alindi. 22 Haziran tarihli Yunan saldirisindan sonra da Kuva-yi Milliye'nin büyük bir kismi (Çolak Ibrahim Müfrezesi, 3. Süvari Tümeni'ne; Sari Efe Müfrezesi 33. Süvari Alayi'na Gökbayrak Müfrezesi 61. Piyade Alayi'na) düzenli birlikler haline getirildi, Ordunun subay ihtiyaci için de 1 Temmuz 1920'de subay yetistirme merkezleri kuruldu.
Demirci Mehmet Efe'nin Ayaklanmasi (1-30 Aralik 1920)
Kuva-yi Milliye'nin önemli bir kismi düzenli ordu haline getirilirken, iki engel kaldi. Birincisi Ethem kuvvetleri, ikincisi ise Demirci Mehmet Efe kuvvetleriydi. Gediz saldirisindaki basarisizlik üzerine M. Kemal Pasa, düzenli ordunun kurulmasi çalismalarini hizlandirip, 9 Kasim'da Cephe ikiye ayrilip, Güney kismina Albay Refet Bey ataninca, Demirci Mehmet Efe'nin de Refet Bey'in emrine girmesi gerekiyordu. Refet Bey, 22-23 Kasim'da Isparta'da bulunan Mehmet Efe'yi merkezi Konya'da bulunan Atli Takip Kuvvetleri Komutanligi'na atayarak ordu birlikleri arasinda hizmete girmesini istedi. Bundan sonra dogruca Güney Cephesi Komutanligi emrine girecek olan Efe, baska makamlarla yazisamiyacakti. Emrindeki kuvvetlerden yaslari uygun olanlar ve geçmiste suç islememis olanlardan 300 kisilik bir süvari alayi kurularak, geri kalanlar silahlariyla birlikte ikmal eri olarak 57. Tümen emrine verilecek, çag disi olanlarla suç islemis olanlar terhis edileceklerdi. Efe baslangiçta bu emri kabul ettiyse de, sonradan Ethem'in kiskirtmalarina kapildi. Ethem Yörük Ali ve Demirci Mehmet Efe'ye mektup göndererek, adamlarina 40'ar lira maas vaadiyle, onlari Afyon ve Konya üzerine yurümesi için tahrik etti. Isparta yöresinde keyfi bir yönetim kurmus bulunan Mehmet Efe, bundan sonra kuvvetlerini bir araya topladi ve Güney Cephesi Komutanligi'nin isteklerine uymadi. Refet Bey ayni tarihlerde Ethem'in de ayaklanma durumunda olmasi karsisinda, Mehmet Efe'ye karsi ayri bir harekat yapmayi planladi. Demirci Mehmet Efe'nin, Ethem'in M. Kemal Pasa'yi devirmek istedigini Refet Bey'e bildirmesi üzerine, ikisinin haberlestigine kesin kanaat getiren Refet Bey, M. Kemal Pasa'nin da Demirci Mehmet Efe'nin ortadan kaldirilmasi için kendi görüsünü uygun bulmasi üzerine, Mehmet Efe üzerine kuvvet gönderdi. Efe direnmeden çekildi. 18 Aralik'a kadar 700 çeteci yakalandi. Refet Bey 25 Aralik'da bastirma harekatini bitirdi. Ethem'le birlesmesinden endise edilen Efe, af edilerek siginmasi istendi. Efe de 30 Aralik 1920'de emrindekilerle birlikte teslim oldu.
Ethem'in Ayaklanmasi
1880'de Bandirma'da dogan Ethem, Çerkez Beylerinden Ali Bey'in oglu idi. Agabeyleri Tevfik ve Resit subaydilar. Babasi kendisinin asker olmasini istemedigi için kaçip orduya katildi ve çavus , daha sonra astegmen oldu. Mondros Ateskesi'nden sonra Izmir Valisi Rahmi Bey'in oglunu kaçirip 50.000 lira kurtarma parasi âlinca meshur oldu. Rauf Bey'in tesvikiyle Yunanlilara karsi silahli direnise geçti. Salihli yöresinin hakimi durumuna geldi.
Kuva-yi Milliye'ye dahil olan Ethem kuvvetleri giderek çogaldi. Bu kuvvetler, mahpus, soyguncu, asker kaçaklari, birliklere zorla yazilan, suça istirak ettirilen, yagma hevesiyle katilanlardan olusuyordu. Ayrica Ethem, erlerine ve komutanlarina maas veriyordu. Bir yerde ayaklanma bastirmaya giden Ethem buradan zorla para ve insan toplayarak kuvvetlerini çogaltiyordu. Iç ayaklanmalar karsisinda B.M.M. çaresiz kalinca, Ethem, Anzavur, Düzce, Bolu, Yozgat ayaklanmalarinin bastirllmasinda büyük yararliliklarda bulundu ve söhreti yayildi. Yozgat ayaklanmasini bastirmaya giderken, Ankara'da M. Kemal ve Fevzi Pasalara karsi sert ve saygisiz bir tavir takindi. Hatta Yozgat ayaklanmasini bastirdiktan sonra, M. Kemal'e valinin teslimine engel oldugu için kizip, "Ankara'ya geldigimde M. Kemal'i Meclis kapisina asacagim." diyecek kadar,kendini büyük görmeye basladi. Yozgat'tan dönüste, Ankara istasyonundaki oturdugu yerde M. Kemal'in odasina adeta baskin biçiminde girerek, çok tehlikeli duruma yol açti. Askeri birliklerin bina disinda önlem almalari üzerine olay çikmadi.
Ethem yandaslarinin Meclis içinde ve disinda Düzenli Ordu aleyhindeki propogandalari çogaldi. Gediz yenilgisinden sonra M. Kemal Pasa'nin düzenli ordu kurulmasini hizlandirmak için Ismet Bey'i Cephe Komutanligi'na atamasi Ethem ve kardesleri tarafindan begenilmedi. Ali Fuat Pasa'nin Moskova'ya elçi olarak atanmasi üzerine, M. Kemal'in diktatör olacagi dedikodulari yayildi.Ethem ve kardesleri Kuva-yi Seyyare'nin Düzenli Ordu birliklerine katilmasini kabul etmiyorlardi. Tevfik Bey, Ismet Bey'e yolladigi yazida "Kuva-yi Seyyare ne bir tümen, ne de muntazam bir kuvvet haline getirilemez. Kuva-yi Seyyare'nin gelisi güzel idare edilmesi lazimdir." sözleriyle açikça belirtti. Diger yandan M. Kemal'e çektigi telgrafla da, Ismet Bey'in Cephe Komutanligini idare edemeyecegini ileri sürerek, bundan böyle kendisini komutan tanimayacagini bildirdi. Ethem ve kardesleri, Düzenli Ordu'nun degil emrine girmeyi kabul etmek, düzenli ordunun varligina bile karsiydilar. Subay düsmanligi propogandalari açikça ortaya Çikmisti. Kaldi ki Ethem kuvvetleri Yesil Ordu'ya katilmayi da kabul etmislerdi. Tevfik Bey cephede gerekli kuvvet toplarken, Ethem ve Resit Beyler de Ankara'da siyasi ortam hazirliyorlardi. M. Kemal Pasa, Ethem ve kardeslerini ikna etmek için bütün iyi niyetiyle çalisti. Bakanlar Kurulu, Meclis'ten bazilarinin ve Resit Bey'in de katildigi bir toplanti yapti. Bu toplantida M. Kemal, anlsmazligi çözmek ve düsman ordularinin ülkeyi isgal ettigi bir sirada bir iç çatismaya meydan vermemek ve uzlasma saglamak için su konusmayi yapti:
"Hakikat sudur ki, önümüzde yenilip mutlaka denize dökülmesi gereken bir Yunan Ordusu vardir. Bu büyük neticeyi alabilmek için ise, büyük, ciddi ve kati tedbirlere gereksinim vardir, benim askerligime itimat buyurursaniz ki arkadaslarimin bu güveni saklamayacaklarini zannederim, bu büyük is ancak muntazam, bir ucundan öbür ucuna ve en büyük kütlesinden son erine kadar disiplinli mükemmel bir ordu ile basarilabilir. Bati ordusunda bir süreden beri baslanilan çalisma, iste bizi bu gayeye götürmeyi amaç edinen gayret ve himmetlerden tesekkül ve terekküp etmis bulunuyor. Amaç bundan ibaret olduguna göre Kuva-yi Seyyare basinda bulunan arkadaslarimin da bu gerçegi anlamalari, onu sadece takdir ve teslim etmeleri gereklidir. Bu takdir ve teslim yapildiktan sonra ortada hallolunulmayacak sorun kalmaz."
Fakat Resit Bey, M. Kemal'in hala düzenli ordular kurmak için bos hülyalar pesinde kosan birisi oldugunu söyledi. Tartismalar Resit Bey'in uyusmaz davranislariyla sonuçsuz kaldi. Fakat M. Kemal yine de son sözü söylemeden önce uzlasma yollarini zorladi. Ethem'i ikna ederek Resit Bey ile birlikte Eskisehir'e Ismet Bey'le görüsmeye gittiler. Fakat Ethem Bey Eskisehir'de ortadan kayboldu. M. Kemal Pasa Ethem'i sorunca, Resit Bey; "Ethem Bey bu dakikada kuvvetterinin basindadir." yanitini verdi. Resit Bey'in bu tehdit dolu sözleri karsisinda M. Kemal'in tutumu degisti ve, "Bu dakikaya kadar sizinle eski bir ardasiniz slfatiyla ve sizin lehinizde bir sonuca ulasmak samimi duygusuyla görüsüyordum. Bu dakikadan itibaren arkadaslik ve özele ait durumum sona ermistir. Simdi karsinizda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümeti'nin Reisi bulunmaktadir. Devlet Reisi sifatiyla, Bati Cephesi Kumandani'na durum neyi gerektiriyorsa, yetkilerini kullanmayi emrediyorum." diyerek Ismet Bey'e gereken emri verdi.
M. Kemal bu arada 5 Aralik 1920'de Bilecik Istasyonu'nda Istanbul Hükümeti'nin temsilcileri Izzet ve Salih Pasalarla bulustu. Çok resmi bir hava içinde geçen bu toplantida, Istanbul temsilcilerinin, vatanin durumundan yeterince bilgileri olmadigini anlayinca, onlari zorla Ankara'ya götürdü. Ethem ise bu sirada Padisah'a baglilik bildiren bir telgraf çekti.
Bakanlar Kurulu'nun 22 Aralik 1920 tarihli toplantisinda Ethem'le anlasabilmek için kendisine arabulucu gönderilmesine karar verildi. Fakat Ethem, kuvvetlerini düsman cephesine karsi degil, ulusal orduya karsi düzene koymaya ve saldiri hazirliklarina basladi. Görüsmeye gelen heyete ise birçok komutanin yerlerinden alinmasini sart kostu. Artik Ethem, T.B.M.M.'nin emir ve kararlarini dinlemiyordu. Bunun üzerine 27 Aralik'ta gereken önlemler arttirildi. M. Kemal Pasa 29 Aralik'ta Meclis'in gizli bir oturumunda Ethem'in ayaklandigini ayrintili bir biçimde anlatti. Ethem'in ihaneti kabul edilmekle beraber yine de kardes kani dökülmemesi ve düsmana firsat yaratilmamasi için bir kez daha Ethem'le anlasma olanagi aramaya karar verildi. Fakat Ethem uzlasmaya yanasmadi. 2 Ocak 192l tarihinde Bakanlar Kurulu, Ethem ve kardeslerine, komutadan çekilirlerse af edileceklerini bildirdi. Fakat Ethem 3 Ocak 1921'de Yunanlilarla anlasmak için bir adamini yolladi. Arkadan da Resit Bey Yunan Ordusu'na gitti. 7 Ocak'ta da Yunanlilarla protokol imzaladi. Artik Ethem ayaklanmisti. Ethem olayini yakindan izleyen Yunanlilar 6 Ocak 1921'de Inönü Cephesi'nden taarruza geçince Ismet Bey ve Refet Bey Yunan saldirisina karsi koymak için Ethem'e karsi 1 Ocak 1921'de baslamis olan harekata ara verdiler.
Ethem kuvvetlerinin ihaneti ve Yunan saldirisi iç içe girmis bir durum aldi. Yunan Ordusu'nun saldirisi üzerine Ethem de Ulusal Ordu'ya saldirdi. 8 Ocak'ta Meclis'te savas durumunu açiklayan M. Kemal Pasa, "Ethem, Tevfik ve Resit Beyler." diye konusunca, bir miletvekili "Hain deyiniz." uyarisinda bulundu. Ethem kuvvetleri 13 Ocak'a kadar saldirilarini sürdürdüler. 17 Ocak'ta da Yunanlilara sigindilar. Emrindeki askeri birlikler Ulusal Ordu'ya sigindigi için, Yunanlilarin yanina 725 kisi gitti. Ankara Istiklal Mahkemesi, Yunanlilara siginmiS bulunan Ethem ve kardeslerini vatana ihanet suçuyla yargilayarak 9 Mayis 1921'de giyaplarinda idama mahkum etti. Ayni kararla gizli Komünist Partisi kurup Hükümet'i devirmek suçuyla yargilanan da mahkum oldular.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)